24 Şubat 2011 Perşembe

Mayflower, İngiltere ve ABD

Mayflower "Mayıs Çiçeği"; 1620 yılında İngiltere'nin Plymouth limanından yerleşme amacıyla ABD’ye gelen ve sonradan bugünkü ABD'nin çekirdeğini oluşturan Pilgrimleri taşıyan geminin adıdır. "Mayflower Sözleşmesi" de 11 Kasım 1620'de Amerika Birleşik Devletleri’nde anayasanın oluşturulması ile ilgili ilk çalışmalardan biridir. 1620’de Mayflower gemisi ile Amerika’ya göç eden İngilizler, bu ülkeye daha sonra göç edecek insanların da katılabileceği bu sözleşme ile sivil bir toplumun temelini atmışlardır. Sözleşme ile kolonilerde çıkarılacak kanun ve anayasaların koloninin genel yararına olması öngörülerek devletlerin halka hizmet etmeleri gerektiği vurgulanmıştır. Sözleşme şöyledir:
"Tanrı’nın adıyla, amin!
 Aşağıda imzası bulunan bizler, dinimizin koruyucusu, İrlanda, Fransa ve Büyük Britanya’nın hürmete layık kralı James’in sadık bendeleri, Tanrı’nın inayetiyle; ülkemizin ve kralımızın şerefi, hıristiyanlık inancının ilerlemesi ve Tanrı’nın zaferi için ant içerek Virginia’nın kuzey kısmındaki ilk koloniyi kurmak  için seyahate çıkmayı; bu vaadlerimizi tek başımıza ya da karşılıklı olarak Tanrı’nın huzurunda yerine getirmeyi; dirlik ve düzenimiz için ve yukarıda bahsedilen amaçların yerine getirilmesi için sivil bir örgüt çatısı altında bir araya gelmeyi; adil ve eşit kanunları, emirleri ve anayasaları koloninin genel çıkarlarına uygun olacak bir şekilde çıkarmayı bütün alçakgönüllülük ve itaatimizle vaad ediyoruz."
New England'da, diğer kolonilere oranla, yıllar boyunca daha belirgin bir özyönetim uygulaması görüldü. Mayflower gemisiyle gelen Pilgrimler; daha iyi yönetilmelerini ve güvencede olmalarını sağlamak amacıyla bir siyasal kuruluşta toplanmak ve bu kuruluş aracılığıyla koloninin genel yararı için gerekli ve uygun olacağı düşünülen adil ve eşit yasaları, kararnameleri, tüzükleri, anayasaları ve makamları kabul etmek, kurmak ve düzenlemek için, "Mayflower Sözleşmesi" denilen belgeyi kabul ettiler.
İşte yeryüzünde ABD'nin en büyük ve belki de tek müttefikinin İngiltere olmasıyla "Amerika hala biraz da İngiltere'dir, her Amerikalı biraz da İngiliz'dir" denilmesinin nedeni budur!
Mayflower, İngiltere ve ABD...

ABD'yi kimler oluşturdu?

Kristof Kolomb'un keşfetmesinden önce topraklarında sadece Kızılderililerin yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri bir göçmenler ülkesidir. Başta İspanya, Fransa ve Britanya olmak üzere aralarında Hollanda, İsveç ve Portekiz'in de bulunduğu birçok Avrupa ülkesi keşiften sonra bu topraklara gelerek sömürgeler kurdular. Bu sömürgeler arasında Britanya'nın 13 kolonisi vardı. İngilizler ilk koloniyi 1607 yılında altın bulmak için geldikleri Virginia'da kurdular. Burada altın bulamayınca da zorlu geçen yılların ardından tütün yetistirmeye basladılar. Bu sayede Virginia kolonisi İngiltere krallığının mali desteği olmadan ayakta durabilecegini göstermis oldu. 1619'da ilk kez kadınlar ve gene aynı yıl köle olarak getirilen Siyah Afrikalılar Amerika'ya ayak bastı. Ve onları 1620'de Ingiltere'de dinsel inançları nedeniyle baskı gördükleri için barınamayan Protestanlar izledi. Mayflower adlı gemiyle Massachusetts kıyılarına varan bu grup kendi hükümetini kurdu. Ingiltere'ye ait bütün bu kolonilerde yönetim biçimi İngiltere'ye benziyordu.  İngiliz Kralının tayin ettiği bir vali tarafından yönetiliyor ve bir de meclisleri bulunuyordu. Amerika'da yaşayan bu insanların İngiltere'nin özgür vatandaşlarından bir farkı yoktu. 1700'lü yıllara gelindiğinde İngiliz kolonilerinde yasayanlar daha batıya dogru yayılabilmek için Fransız bölgelerine sürekli akınlar düzenlemeye basladılar. Ve yedi yıl süren savaşın ardından 1763'de İngiltere galip gelince Fransız Kanadası ile Mississippi ırmağının doğusundaki topraklar da Ingiltere'nin denetimine geçti. Ancakbu uzun savaş İngiliz maliyesinin bozulmasına neden oldu ve İngiltere'nin mali durumunu iyileştirmek amacıyla yeni vergiler koyması Amerikadaki kolonilerin tepkisine yol açtı. İşte ABD 18. yüzyılda Britanya İmparatorluğu'na ait bu sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmasıyla oluştu. 4 Temmuz 1776'da  bağımsızlığından hemen önce yaklaşık 2.5 milyon olan nüfusunda en büyük pay İnglizlerin, sonra da Almanlarındı. Dayanağı İncil ve ilk ilkeleri dini toleranslar olan bu devlete İngilizler; "Muhafazakarların kurduğu devlet" diyordu. Bunun nedeni 17. yüzyılın başında Amerikada "New England"a yerleşen ilk göçmenlerin Avrupadaki dini zulümlerden kaçan Püriten sığınmacılar olmasıdır. Zira 1620-1770 yılları arasında kıtaya bu ilk gelenler, karşılıklı evlilikler ve din birliği sayesinde bugun Beyaz Amerikalı denilen (White,AngloSaxon,protestan) siyasette ve iş dünyasında hakim konumda olan Amerikan ulusunun ana çekirdeğini oluşturdular. 2008 yılına kadar seçilen bütün ABD başkanlarının da bu gruba dahil olduğu bilinen bir gerçektir.

20 Şubat 2011 Pazar

BOP üzerine...

Bu yazı, dünya kamuoyuna Ortadoğu'da barışın ve ekonomik kalkınmanın sağlanması amacıyla bölgeyi yeniden şekillendirmek üzere oluşturulmuş bir proje olarak sunulan Büyük Ortadoğu Projesi'ne ilişkin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Öğretim Üyesi Prof.Dr.Anıl Çeçen'le yapılmış bir ropörtajdan alıntıdır ve projenin altında yatan nedenleri anlamak açısından son derece önemlidir.

-Projenin doğuşu nereye dayanmaktadır? Yeni bir proje midir?
Hayır, yeni bir proje değildir. Büyük Ortadoğu Projesi de bu doğrultuda bir büyük Ortadoğu birleşik devletleri ya da bir Ortadoğu konfederasyonunu eski Osmanlı Bizans hinterlandında var olan devletyapılarını parçalayarak eyaletler halinde bir bölgesel yapıya kavuşturmayı hedeflemektedir.

-Proje Kuzey Afrika ülkeleri ve Kafkas ülkeleri dahil Türkiye ve Afganistan'ı da içine almaktadır. Projenin kapsamının bu kadar geniş tutulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuzey Afrika'ya yönelmesini ben gayet doğal görüyorum. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu da. Roma İmparatorluğu da ve bu bölgede kurulan bütün diğer büyük devletler de Kuzey Afrika'yı sınırları içerisine katmıştı. Yani Ortadoğu'da bir büyük devleti ayakta tutabilmenin yolu Kuzey Afrika'nın kontrolünden geçmektedir. Çünkü Kuzey Afrika'yı kendi haline bırakırsanız Avrupa ile yakın ilişkiler içerisine girer, yeni bir siyasi yapılanma Akdeniz üzerinden ortaya çıkar ve Ortadoğu'daki siyasi yapıyı tehdit eder.

-Amerika'nın açıkladığı amaçlar var bir de projenin altında yatan, dünya kamuoyunu da tedirgin eden varsayımlar var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Amerika'nın açıkladığı amaçlarla dünya kamuoyunun değerlendirmesi arasında çok ciddi farklılıklar ve çelişkiler var. Ben dünya kamuoyunun değerlendirmelerini daha doğru görüyorum. Amerika burada emperyal güç olarak bölgeye sızmak, bölgeye hakim olmak, bölgenin bütün doğal kaynaklarını ele geçirmek, bölgede İsrail'in güvenliğini sağlamak, İsrail'in çıkarları doğrultusunda bölgeyi yeniden düzenlemek istediği için ve kendi emperyal sürecinde yeni dünya düzenini Ortadoğu merkezli yeni bir yapıya sürüklemek istediği için gerçekleri söylemiyor, açıkça yalan söylüyor. Amerika kitle imha silahları suçlamasıyla Iraka girmiş ama şimdiye kadar hala kitle imha silahlan bulunamamıştır. Demek ki Amerika kendi ekonomik, siyasi çıkarları açısından bölgeye girmek zorundaydı ama durduk yerde giremezdi, uluslararası hukuku çiğneyemezdi. Ortadoğu'da Siyonist tırmanışın sürmesi ve bu noktaya gelmesi aşamasında İsrail'in de dünya kamuoyunu aldatma noktasında ciddi yalan politikaları, yalan stratejileri ürettiğini görüyoruz. İşte bugün bunun en açık örneğini Kuzey Iraktaki Türkiye'nin aleyhine olan gelişmeler göstermektedir. Biliyorsunuz Kuzey Irakta fiilen bir Kürt devleti kurulmuştur. Bu Kürt devletini Amerika kuruyor görünmesine rağmen aslında Amerika'nın üzerinden İsrail'in kurduğu, Kürdistan ordusunu İsrailli komutanların yetiştirdiği, Kuzey Irakta Kürdistan bankasını İsrail'in kurduğunu, Kürt üniversitelerini İsrail'in kurduğunu yani Kürdistan denen siyasi varlığı da bizzat İsrail'in ortaya çıkardığını görüyoruz. Bütün kaynaklar ve bütün basın bunu böyle yazmasına rağmen İsrail otoriteleri bunu inkar etmekte yani ciddi bir inkarcılıkla bunu ört bas etmek istemektedirler.

-Ortadoğu'daki çatışmaların esas kaynağı İsrail. İsrail'in proje içerisindeki yeri ve etkisi tam olarak ne olabilir?
İsrail şu an bölgenin en küçük ülkesi konumundadır ama dünyanın en büyük gücüdür. Bu çerçeveden baktığımızda Ortadoğu'daki İsrail meselesini sadece küçük bir ülke meselesi, bir bölge meselesi olarak değil bir dünya meselesi olarak görmeliyiz. Bu doğrultuda İsrail sadece Filistin'i değil ama Lübnan'ı, Ürdün'ü, İran'ı, Suriye'yi, Türkiye'yi, Suudi Arabistan'ı, ve Mısır'ı hedef alan bir Ortadoğu planlamaktadır. Bu da tamamen Büyük İsrail Projesi'dir. Bölge ülkelerinin hepsini hedef aldığı için, devletleri tasfiye etmeyi hedeflediği için, bölge ülkelerini parçalayarak eyaletler halinde Amerika ve İngiliz ordularının gücü ile İsrail'e bağlamayı hedeflediği için bu proje maalesef bölgeye savaş getirmektedir. 3. Dünya Savaşı İsrail yüzünden, büyük İsrail projesi yüzünden Ortadoğu'da çıkmış olacaktır.

-Bu projede Türkiye'ye düşen rol nedir?
Büyük Ortadoğu Projesi eski Osmanlı hinterlandını hedeflediği için bunun gerçekleşmesinde Türkiye merkez ülke konumuna gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun kurulu olduğu topraklarda daha önce Roma İmparatorluğu vardı. Bu iki imparatorluğun da merkez ülkesi Türkiye idi. Her iki imparatorluğun da başkenti İstanbul'du. Bütün Osmanlı hinterlandını kapsayan ve yeni bir Bizans İmparatorluğunu bölgesel bir konfederasyon biçiminde kurmayı hedefleyen bu plan çerçevesinde İstanbul'un yeniden başkent haline getirilmek istendiğini ve bu çerçevede İstanbul yerine Konstantinopolis kavramının kullanıldığını, İstanbul'daki Fener Rum Patrikhanesinin tıpkı Roma'da olduğu gibi Vatikan benzeri bir mahalle devletine dönüştürülmek istendiği ve bu doğrultuda giderek İstanbul merkezli bir yapının önünün açıldığını görüyoruz.

-Sizce Büyük Ortadoğu Projesinin basan şansı nedir?
Ben bu projenin gerçekleşme şansının zayıf olduğu kanaatindeyim. 
 

18 Şubat 2011 Cuma

Eisenhower Doktrini ve BOP

Vikipedi kaynaklı bilgiye göre kısa adı BOP olan "Büyük Ortadoğu Projesi" ya da tam resmi adıyla "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık İnisiyatifi", Amerika Birleşik Devletleri 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından "Büyük Ortadoğu" adıyla duyurulan, en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından Güneyde Aden ve Yemen'e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı açıklanan politik bir kuram. Dünya kamuoyuna açıklanan hali ile ise Ortadoğu ve yakın çevresi coğrafyasında yer alan ülkelerde batılı anlamda demokrasinin sağlanması, terörizmin ortadan kaldırılması, ekonomik ilişkilerin arttırılması ve ekonomik işbirlikleri sağlanarak bölgenin istikrara kavuşturulmasıdır. Ancak örtülü yanıyla da 1920 de İngiltere tarafından çizilen sınırların yeniden gözden geçirilmesidir. ABD'ye göre yanlış çizilen sınırlar yüzünden bölgede terörizm ve istikrarsızlık oluyor ve bölge kaynakları yanlış ülkeler tarafından kullanılıyor. İşte bu noktada ABD , 1920'de İngiltere'nin yaptığı gibi bölgede "böl ve yönet taktiğini" uygulamaya çabalıyor ve bunun içinde İsrail'i kullanıyor. ABD yönetiminin bugüne değin resmi belgelere dayandırmadığı ancak; Türkiye'yi de yakından ilgilendiren bu projesi aslında ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği "Orta Doğu’da Barış ve İstikrarı Koruma" başlığını taşıyan ve Eisenhower Doktrini olarak anılan kararın bir anlamda bir versiyonu. 9 Mart 1957'de ABD kongresi tarafından kabul edilen Eisenhower Doktrini de temelde Ortadoğu ülkelerine askeri ve ekonomik yardım ayapmayı ve bölgeyi komünizmden korumayı amaçlıyordu. Türkiye'nin 22 mart 1957 günü katıldığını ve ayrıca doktrini bölgede gerçekleştirebilmek için hazır olduğunu açıkladığı bu doktrinin kabulünde iç siyasi havanın gerginleşmesine rağmen CHP Menderes hükümetine destek olmuştu.Doktrinin getirdiği tedbirlerin ilk uygulaması da 1958 yılındaki Lübnan ve Ürdün olayları sırasında gerçekleşmiş; Türkiye, ABD ve İngiltere’nin davranışlarını kayıtsız şartsız destekleyeceklerini bildirmişti.BOP'un temeli Eisenhower Doktrini ile atılmış gibi görünse de aslında ABD'nin BOP ile ilgili planları bundan da önceye, İngiliz siyâsetçi Churchill'in "bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir" sözüyle de çarpıcı bir şekilde ifade ettiği Ortadoğu petrollerinin Batıtarafından keşfedilmesine dayanır. 1870'li yıllarda  Dicle ve Fırat vadisinde zengin petrol yataklarının bulunması üzerine İngiltere ve Almanya bu petrolün peşine düştü. İlk olarak Almanya Deutsche Bank'ı devreye sokarak bölgede petrol arama ve çıkarma imtiyazını elde etti. 1901'de İran'dan toprakları üzerinde petrol arama hakkını 60 yıllık imtiyaz olarak ele geçirmesiyle İngilizler de bölgeye girmiş oldu. Amerika'nın bu bölgedeki petrole olan ilgisi ise Rusya'nın üretici olarak dünya piyasasında ciddi bir rakip olarak ortaya çıkması ve bu sahaların ABD sahalarından daha verimli olmasıyla olmuştur. 1.Dünya Savaşı Amerika'daki yerli petrol yataklarının tükeneceği korkusunu doğurunca da ABD İngiliz şirketleriyle birlikte gözünü Ortadoğu'ya dikti. Ve böylece Büyük Ortadoğu Projesi'nin temeli bir anlamda atılmış oldu.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Siyonizm nedir?

Siyonizm, Kudüs'teki Siyon Tepesinin adından gelir. Yahudi halkının Filistin'e dönme umudu, Yahudi düşüncesinin sürekli bir yönüdür; bu düşünce Mesih'in geri gelme düşüncesinden ayrılmaz. Yahudilerde Mesih inancı çok önemlidir. Mesih'in gelme amacı, dünyada bir Yahudi devleti kurmaktır. Hatta İsrail kurulduğu zaman Yahudi gazeteleri "Mesih'in Ayak Sesleri" başlığını atmışlardır. Siyonizm fikrini ilk ortaya atan ise 19.yy sonlarında Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl (1860-1904) oldu. Ama ortaya atılmakla kalmadı, Yahudi camiası tarafından kabul gördü. Herzl'in 1896 yılında yazdığı kitabı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) ve 1897 yılında yazdığı, Die Welt(Dünya) gazetesi, 1897 yılında Basel'de toplanan 1.Dünya Siyonist kongresi'nde savunulan düşüncelerin kaynağı oldu. Ancak bu fikir Theodor Herzl tarafından mı ortaya çıkarılsa da daha eski bir geçmişi vardı. Yahudiler MS. 71'de Romalılar tarafından yurtlarından çıkarıldılar ve bu yüzden Kudüs'e dönme hayaliyle yaşadılar. XIX.yy'daki "ulusların uyanışı" Yahudi ulusçuluğunun canlanması için elverişli koşullardan biriydi; 1881'den sonra, Rusya'daki Yahudi kırımının artması bunu hızlandırdı. Ama Siyonizm'in asıl amacı bunla sınırlı kalmayacaktı.Siyonizm'in gerçek amacı, dünyayı ele geçirmektir. Bu onlar için değiştirilmiş Tevrat'ın bir emridir.ABD, İsrail'i kuruluşundan 8 dakika sonra tanıdı. Başkan Truman İsrail'deki ilk ABD büyükelçisi James G. McDonald'ı resmi işlemleri tamamlamadan alelacele atadı. Bu olay, ABD üzerindeki Yahudi etkisini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Bu etki ilk günden bu yana İsrail için Ortadoğu politikasının en büyük kozu olagelmiştir. Aldığı yardımlarla kısa sürede güçlenen İsrail, 1949'da komşu Arap devletleriyle ilk kez savaştı ve onları yenilgiye uğrattı. Savaşın sonunda 1 milyon Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kaldı.1967'de Araplarla bir kere daha savaşan İsrail 6 gün süren bu çatışmalar sonunda topraklarını 4 misline çıkardı. Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri'ni işgal etti. İşgal ettiği yerler arasında, Yahudilerin iki bin yıldır hayalini kurduğu Kudüs de vardı.Yahudi hakimiyetindeki ABD'nin desteğini alan İsrail, Birleşmiş Milletlerden kendi aleyhinde karar çıkmasını da önledi. 1973'de Araplarla tekrar savaşa tutuşan ve yine galip gelen İsrail, Sina'yı da işgal etti. İsrail, işgal altında bulundurduğu topraklarda yaşayan Filistinlileri katletmeye ve yaralamaya devam ederken, demokratik ülke olduğu iddiasıyla, Birleşmiş Milletler İnceleme Komisyonu'nun bölgeye girmesine izin vermemektedir.Filistinde Tarihde aşi benzeri görülmeyen bir soykırım yasanıyor yaralıları tasıyan anbulanslara bile saldırı yapılıyor dünya bu soykırım karsısında sukunlugunu bozmuyor.

13 Şubat 2011 Pazar

Kıyametin tarihi 2036

Rus bilim insanlarının iddiasına göre saatte 37 bin kilometreden fazla hızla hareket eden Apophis asteroitinin 13 Nisan 2036'da Dünya'ya çarpıp milyonlarca kişinin ölümüne neden olabilecek. Rus astronomların öngörüsüne göre 274 metre genişlikteki Apophis'in gezegene 25 yıl içinde çarpması muhtemel. NASA ise bu felakete 250 binde 1 ihtimal veriyor. Bunun için asteroitin Nisan 2029'da dar bir yerçekimsel anahtar deliğinden (geçen bir asteroitin Dünya'nın yerçekimiyle rotasını değiştirmesi) geçmek zorunda. Böylece yedi yıl sonra gerçekleşecek çarpışma için rotasına girebilecek. Bilim insanları dünya'nın etrafında, Apophis'in 2029 yılında geçeceği yörüngenin yakınlarında Dünya'nın anahtar deliğinin olduğunu keşfetti. Dünya'nın yerçekimi çok büyük. Eğer asteroit bu delikten geçerse, Dünya'ya çarpabilir.  NASA Dünyaya Yakın Cisimler Programı yöneticisi Donald Yeomans, bu ihtimalin çok düşük olduğunu belirtiyor. St Petersburg Üniversitesi'nden Profesör Lenoid Sokolov ise, "‘Apophis, 13 Nisan 2029'da Dünya'ya saatte 37 bin-38 bin kilometre hızla Dünya'ya yaklaşacak. Çarpışmanın ise 13 Nisan 2036'da gerçekleşme ihtimali var. Görevimiz çeşitli alternatifleri değerlendirmek, senaryolar geliştirmek ve öngörülerimize uygun eylem planları oluşturmak" diyor. Apophis'in Dünya'ya çarpma rotasına girmesi halinde NASA, rotayı değiştirmek için kaçınma manevrasını devreye sokacak. Bunun en basit yolu asteroite bir insansız uzay aracının çarpmasını sağlamak. Rus bilim insanları da 14 ay önce asteroitin rotasını değiştirme yönünde bir operasyon başlatma konusunda görüşmek üzere toplanmıştı. Geçen şubatta Asteroid  2011 CQ1, Pasifik'in üzerinde, yeryüzünün sadece 5741 kilometre üzerinden geçmişti. Temmuz 2005'te NASA, kasıtlı olarak Deep Impact uzay aracının Tempel 1 kuyrukluyıldızına çarpmasını sağlamıştı. Bunun sonucunda, kuyrukluyıldızın çekirdeğinin önceden sanılana göre, daha toz ve daha az buzdan oluştuğu anlaşılmıştı.

27 Ocak 2011 Perşembe

Özlü-Yorum

 Size bir kitap tanıtmak istiyorum. Bir şiir kitabı. Adı: 
 Özlü-Yorum. Şairi :M.Emin Dinççağ.  Emin Dinççağ
 İzmir doğumlu bir doktor. Hacettepe Üniversitesi
 Samsun Tıp Fakültesinden mezun olup Elazığ, Havza ve Samsun'da yıllarca görev yapan bir İç Hastalıkları ve Halk Sağlığı Uzmanı. Ama aynı zamanda şiire, karikatüre ilgi duyan, ilk parasını Gırgır dergisine karikatür çizerek kazanan, sanatçı kimliğini 'amatör' olarak nitelese de Nazlandım ve Tadında'dan sonra üçüncü kitabını çıkaran çok yönlü bir kişi; sevdiğim, saydığım bir dost... Dinççağ'a göre şiir, özlü bir yorum. "Tüm duyguları, heyecanları, arzuları, istekleri, beklentileri, acıları, hasreti, kısaca yaşamı birkaç cümle ile özene bezene yorumlamak..." Böyle yazmış kitabının önsözünde Emin Dinççağ ve eklemiş: "Kelime oyunu yaparak çarpıcı bir isim bulmak gibi bir arzu da oluyor elbette. Onun için ÖZLÜ-YORUM koydum bu kitabın adını. Özlediklerimiz yaşamın amacıdır!" Gerçekten de yaşama dair, özlemlerimize dair birbirinden güzel dizelerle dolu Özlü-Yorum. İçinden bir dörtlüğü sizinle paylaşıyor ve bu şiirleri mutlaka okumanızı öneriyorum.
        Karanfili yerden aldım
        düşmeyi hak etmiyor
        karanfil yere düşse de
        mücadele bitmiyor.
                                   d.m.emin@tnn.net

19 Ocak 2011 Çarşamba

Ogün Samast yakalanırken oradaydım!

 
 19 Ocak 2007 günü bir arkadaşım telefon edip de "Hrant dink   öldürülmüş,  çok üzüldüm, televizyonunu aç"  dediğinde; ertesi gün katil Ogün Samast'ın Samsun'da yakalanışına an be an tanık olacağımı henüz bilmiyordum. Dahası katilinin kim olduğunu bile tüm Türkiye gibi henüz ben de bilmiyordum. Hayat arkadaşım gazeteci. Şenol Çakır. Olayın olduğu dönemde Doğan Haber Ajansı'nda çalışıyordu. Hrant'ın öldürülüşünün ertesi günü, akşama doğru bürosundan beni arayıp katil zanlısının Trabzonlu bir genç olduğunu,  olayı takip etmek üzere Trabzon'a gideceğini söyledi. Katilin kim olduğu olayın vehametini değiştirmiyordu ama bizim bölgemizden birinin hem de bir gencin olması nedense beni daha da etkilemişti. O akşam yakın bir arkadaşımızla biraraya gelmek üzere sözleşmiştik. Tam arayıp Şenol'un Trabzon'a gideceğini haber verecektim ki Şenol yeniden arayıp gitmesine gerek kalmadığını, zanlının Samsun'da gözaltına alındığı bilgisinin geldiğini söyledi; bir şey sormama gerek kalmadan da telefonu kapattı. Nedense heyecanlanmıştım. Hemen akşam için sözleştiğimiz arkadaşımı arayıp olayı anlattım. Ortak bir dürtüyle otogara gitmeye karar verdik. On dakika sonra arkadaşım arabasıyla gelip beni evden aldı.Otogara vardığımızda ortalıkta olağanüstü bir hal olduğunu gösteren bir hava vardı ama böylesi bir cinayetin zaanlısının orada olduğuna işaret eden kalabalık henüz yoktu. Ortalıkta abartılı sayıda polis ve jandarma da yoktu. Sadece otogara girişlerden biri kordonla çevrilmiş, birkaç polisle jandarma bekleyen yolcuların o alana girmemesi için uyarıda bulunuyordu. Hatta diyebilirim ki bekleyenlerden durumun farkında olmayanlar bile vardı. Arkadaşım Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Samsun'da hatırı sayılır bir çevresi vardı. Otogarda da güvenlikten sorumlu kişiyle tanış çıktı. Hemen kordonu aşıp kafeterya bölümüne geçtik ve daha gazeteciler bile gelmeden olayın ön bilgisini aldık. Katil zanlısı otobüsle gelmiş ve otobüs otogara girer girmez hemen gözaltına alınmış. Yolcular bile ne olduğunu anlayamamışlar. Olayın farkına ancak mola gereğinden fazla uzayınca varmışlar. Yani her şey son derece sessiz ve sakin halledilmiş. O esnada da otogarın içinde jandarmaya ait odada kimlik tespiti yapılıyormuş. Üzerinden sadece o beyaz beresi, silahı ve Trabzon'a ulaşabilseymiş orada cebinden çıkarıp açacağı Türk bayrağı çıkmış. Zanlı otogardan sonra emniyet müdürlüğüne götürülecekmiş. Şimdilik başka da bilgi yokmuş. Otogardaki sakin hava 10-15 dakika daha sürdü. Sonra birden bir hareketlilik başladı. Ortalık bir anda polis ve jandarma kaynamaya, otogarın dışında yoğun bir araç trafiği yaşanmaya başladı. Kafeterya bölümünde oturanları kaldırdılar, herkesi kordonun karşı tarafına aldılar, kapılardan uzaklaştırdılar. "N'oluyor" demeye kalmadan
 kordonla çevrili kapıdan ordu gibi bir kalabalık içeri girmeye başladı. Meğer zanlının önce emniyet müdürlüğüne götürüldüğünü zannedip oraya giden gazeteciler otogara ancak gelmişler. Biz de zaten gazetecilerin neden hala gelmediğini merak ediyorduk. (Emniyet müdürlüğü Samsun'da şehrin tam merkezinde, otogar ise şehir dışında. Dolayısıyla onların gelmesi biraz zaman almış). Gazetecilerin otogara gelmesiyle Ogün Samast'ın jandarmanın odasından alınıp emniyet müdürlüğüne götürülmesi aynı ana denk düşünce gerçekten büyük bir karmaşa yaşandı.Flaşlar patladı, herkes birbirini itip kakmaya başladı. O karmaşanın içinde elleri kelepçeli bir genç, apar topar otogardan çıkarıldı ve jandarmanın aracına bindirildi. Biz tam kordonun önündeydik. Sadece bir an o şaşkın ve donuk yüzü gördük! Aradan 4 yıl geçti. Bu dört yıl içinde defalarca Ogün samast'ı televizyonlarda izledim. Ama aklımda kalan otogardaki karmaşa içinde, o şaşkın, bir o kadar da donuk yüzü oldu. Hrant dink'in cenazesinde karısı Rakel dink'in konuşmasında dediği gibi: "Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek
olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratmayı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim..."

17 Ocak 2011 Pazartesi

Osmanlı'da içki...

        Muhteşem Süleyman dizisinde Sultan Süleyman'ın içkisine yer verilmesiyle hükümetin içki satışına sınırlama getirmesi aynı döneme denk düşünce Osmanlıdan bugüne içki yasağı tartışmaları aldı başını gitti. Hemen herkes din devleti olması dolayısıyla Osmanlı'da içkinin tümüyle yasak olduğu konusunda adeta fikir birliğine vardı. Oysa tarihçilerin yazdığına göre durum hiç de öyle değil. Örneğin Evliya Çelebi'nin yazdığına göre; 1600'lerin ortalarında İstanbul'da binden fazla meyhane varmış. Hatta bu meyhaneler tıpkı bugün içkili mekanların kendi aralarında sınıflandığı gibi sınıflara ayrılır; Hançerli, Karagöz, Karanfil, Köroğlu gibi isimler alırmış. 16. yüzyıl yazarlarından Kastamonulu Latifi'nin “Tarifname-i İstanbul” adlı eserinde yazdığına göre Müslüman halk içki konusunda dinsel yasaklara bağlı olsa da gayri müslimlerin adetlerine karışılmaz ve gayri müslimlerin yoğun olduğu Galata gibi semtlerde bulunan meyhanelerin müşterilerinin bir kısmını da kaçamak yapan Müslümanlar oluştururmuş.
        Bir kısım Osmanlı hayranının Osmanlıyı katı, baskıcı ve yasakçı olarak göstermesine rağmen o dönemlerde içki hem içilmiş hem üretilmiş hem de ithal edilmiş. Osmanlı'da üretilen konyaklar Paris'te madalya bile almış.İçki tüketiminin aşırı arttığı dönemlerde bazı yasaklamalar getirilse de kısa süre sonra yasaklar gevşeyip eski haline dönülmüş. Örneğin Fatih'in oğlu II.Beyazıt, onun oğlu Yavuz Selim zamanında meyhaneler fazlalaşmış. Sultan Süleyman taht’a çıktıktan sonra içki kullanımını yasaklamış; II. Selim zamanında Damat İbrahim Paşa ve çevresinin de teşvikiyle meyhaneler yeniden açılmış. Nitekim 7 Ekim1573′de Müslüman mahallelerine dahi meyhane açıldığı bildirimine karşılık bunun durdurulması için ferman çıkartılmış. Saray hamamındaki bir zevk aleminde düşerek yaşamını yitiren II. Selim’den sonra tahta çıkan oğlu III. Murat zamanında, 13 Mart 1576′da çıkartılan ferman ile Müslüman mahallelerinde olmaması kaydı ile meyhaneler yine işlevlerine serbestçe devam etmeye başlamış. III. Murat bu defa Müslümanların Hiristiyan mahallelerindeki meyhanelere dadandığına bizzat şahit olunca içki yasağı koymuş. Ancak, bir süre sonra askerlerin içki içme yasağı, askerlerin dayatmaları sonucunda kaldırılınca asker olmayanlar da içki içmeyi sürdürmeye başlamışlar.Bunun üzerine komutan içkiyi yasaklayıp duvara “Alkol öldürür” diye yazdırmış. Ertesi sabah, bu yazının altına bir cümle eklenmiş: “Asker ölümden korkmaz”.
        Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman, I.Ahmet, IV.Murad ve III.Selim tarafından içki yasağı konulmuşsa da meyhanelerin azalması bir türlü mümkün olmamış. Padişahlar aleni içmese de bir bölümü içkiyi hayli sevmiş ve içmiş. II.Selim'in bir lakabının da "Sarhoş Selim" olması, Kıbrıs'ın kehribar renkli şaraplarına olan tutkusundanmış.  Fatih'in 'Avni' mahlasıyla yazdığı şiirlerde şaraba övgüler düzmesi, II.Mahmut'un şarapsever olması tarihçiler tarafından hep kayda geçmiş. Yani Osmanlı sanıldığı ve gösterilmeye çalışıldığı gibi içki konusunda katı bir tutum takınmamış. Hatta içki yasağının en katı uygulayıcısı olan IV.Murad'ın bile tutkulu bir şarapsever olduğu yazılmış.Görüldüğü gibi yasaklamanın bir işe yaramadığını Osmanlı aslında anlamış ve koyu bir din devleti olmasına rağmen öyle katı yasaklar uygulamamış ya da uygulayamamış. Günümüzde içki satışına getirilen kısıtlamanın nasıl bir yol izleyeceğini önümüzdeki günlere bırakıp bu konuya yine IV.Murat dönemini anlatan Reşat Ekrem Koçu'nun aktardığı o meşhur fıkrayla nokta koyalım:
        "İçki yasağının en amansız devri, IV.Murad zamanı olmuştur. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır. Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı destisini dikip birkaç yudum içer.
        Sultan Murad:
        -Baba destiyi uzat, bir yudum su da ben içeyim! der.
        Mustafa güler:
        -Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı! der…
        Padişah:
        -Niye içemeyelim? deyince
        -Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!., der. Beriki ısrar edince destiyi uzatır…Yol aladursunlar, desti elden ele dolaşır…Bir ara Sultan Murad:
        -Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?., diye sorar…
        Bekri Mustafa:
        -Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek? der.
        Padişah:
        -Ya ben haber verirsem? deyince
        -Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer! cevabını verir.
        Bunun üzerine çakır keyf olan hükümdar:
        -Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise! deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:
        -Seni köftehor… Ben demedim mi tahammül edemezsin diye!. Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız! der!”

15 Ocak 2011 Cumartesi

Kim sazan anlayamadım...

        İçki yasaklarını protesto etmek için, Facebook'taki "AKP'ye içiyoruz" grubuna giren 130 bin kişi şok yaşamış. Yeni yapılan düzenleme ile alkol satışına sınırlama getirilmesini protesto etmek isteyenler facebook'ta bir araya gelmişler. Alınan karar herkesin 29 Ocak Cumartesi gecesi, bulunduğu şehirdeki belirli meydanlarda toplanıp içki içmesiymiş. İstanbul'da Taksim ve Moda sahili, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Antalya'da toplanmak üzere kararlaştırılan etkinliğe 1 günde 65 bin kişi kayıt olmuş. Daha sonra bu rakam çığ gibi büyüyüp 130 bine yükselmiş. "AKP'ye içiyoruz" sayfasının adı bir gecede "Seçimlerde AK Parti'ye Oy Atmaya Gideceğim Diyenler"e dönüşmüş. Grubun adındaki bu değişimle şok yaşayan üyeler, yani sayfaya ilk kayıt olduklarında AK Parti karşıtı bir eylem yapacaklarını düşünen kullanıcılar, bir anda en sıkı AK Partili oluvermişler. Durum, etkinliği düzenleyen kişinin sayfaya yazdıklarıyla anlaşılmış. Sayfada şöyle yazıyormuş:
        "Ben bir Ak Parti'liyim. Ülkemde 130 bin içme meraklısı insan olduğunu bilmek üzücü. Rahatsızlığımızdan dolayı çok memnunum. Bu etkinlik hacklenmedi, bilerek yapılan bir oyundu. Kimileriniz çaktı kimileriniz çakmadı ama çok güldüm."
        Oysa grup kurulurken yapılan açıklama şöyle imiş:
        "Yer: Alkol temin edebildiğiniz her yer!
        Hepimiz 29.01.2011 günü AKP'ye inat kafayı çekiyoruz !!
        Zaman, mekan ayrımı gözetmeksizin, AKP'ye inat kafası güzel bir Türkiye!"
        Ve bu açıklama öyle tutmuş ki sayfa bir anda yorumlarla dolmuş. İşte bazı örnekler:
        - O gün evlilik yıldönümüm zaten. Hem bize hem onlara çifter çifter içeriz.
        - Bir buna içmedik. Buna da içelim.
        - 29'unu neden bekliyoruz ki?
        - Asıl 13'ünde içeceğiz zevkle.
        -İçkiye vereceğiniz parayı Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlayın.
        - Yetmez ama şerefe.
        - Alkol kullanmıyorum ama içenlerin yanındayım. Çünkü yasakların karşısındayım.
        - Sahil kesimi olarak geleceğim, anamı da alıp gideceğim.
        - Biz başladık, siz yetişin.
        ... Güler misiniz, ağlar mısınız? Doğrusu kim sazan anlayamadım. Sadece bir sayfanın adını değiştirmekle zihniyetleri de değiştirdiklerini sananlar mı yoksa anlayıp dinlemeden sadece muhalif olmak için balıklama atlayanlar mı? Bu hesaplar küçük hesaplar...

14 Ocak 2011 Cuma

Fikrinizi söyleyin

        Cumhuriyet Halk Partisi'nin internet sitesinde "fikrinizi söyleyin" sayfasına vatandaşlardan gelen fikir, düşünce ve önerilere hiç göz attınız mı? Ben attım! Yarısından fazlası teşkilatların ataletinden ve örgütlenme eksiğinden söz ediyor. Hatta bu köşenin gereksiz olduğunu, vaktin eylem vakti olduğunu söyleyenler bile var. İşte size bazı örnekler:
        -Ülke sorunlarına yönelik önerebileceğim tek tek o kadar çok çözüm önerilerim var ki ancak; şu aşamada en büyük sorun olarak TEŞKİLAT VE PARTİ YÖNETİMİNİN ATALETİ.
        -Teşkilatlarımız,lütfen mahalle ve köy muhtarlıkları ile yakın temasa geçsin ve çalışma ortamı yaratsınlar, çok anlamlı verilere ulaşılacak.
        -Düşünülmesi gereken şu: AKP'ye bu kadar muhalif var ancak; niçin muhalefetin oyu bir türlü yükselmemekte? Bu kırılma noktasımasaya yatırılmalı; ÖZELEŞTİRİ YAPALIM.
        -İlgili teşkilatlar miting öncesi gerekli ön hazırlık ve çalışmalarını çok ayrıntılı ve planlı yaparak azami kitleyi meydana toplamalı;bu kamuoyunda ciddi gösterir.
        -Eskiden herzaman canlı duran örgütlerimiz vardı. Aynı canlılığın mutlaka sağlanması gerekir. Gönüllü gençler mutlaka harekete geçirilmelidir.
        -Referandumda sandıklara sahip çıkamayan ilçe başkanlıkları cezalandırılmalıdır. Bizim ve Türkiye'nin kaybedecek 1 oyu bile yok.
        -Halkımız örgütümüzden, örgütümüz halkımızdan ilgi, sevgi, birlik, beraberlik, dayanışma bekliyor. Ben değil, biz olmayı bekliyor. Örgütlenmeyi bekliyor.
        -AKP'ye deneme mesajı atıyoruz, 4 saat içinde geri dönüyorlar. Bizim eksiğimiz ne? Genel Merkez'e e-posta atıyorum, günlerdir dönen yok!
        -Seçim çalışmalarında büyük illerin varoşlarında çok çalışmalı, Emekliye, yoksulluk sınırı altında yaşayanlara sosyal devlet ilkeleri tam olarak anlatılmalı.
        -AKP ilçeleri akşamları cıvıl cıvıl, bizimkiler karanlık ve samimiyetlik yok. Pendik Yenişehir mahallesi seçim bürosu açılsın.
        -Örgütlenme ağını, çalışma gruplarını oluşturmayan, aktif hale getirmeyen il, ilçe başkan ve yönetimleri yakından izlenmeli, gecikmeden gereği yapılmalıdır.
-Mahalle temsilcileri çok önemli. Herkesten temsilciler sorumlu olsun. O zaman geriye pek bir şey kalmıyor. İktidara çok yakınız.
        -Referandum çalışmalarından çıkarılacak çok ders var. Çok iyi analiz ve sentez yapılmalıdır. Birçok mesaj var; bu hatalara düşmeyelim. Haziran, okul açık, TATİL YOK! 

9 Ocak 2011 Pazar

Şaşıp kalma üstüne...

        Son günlerde şaşırıp kaldığım olaylar öyle üst üste yaşanır oldu ki neredeyse artık hala şaşırıyor olmama şaşmaya başladım ve Nazım Hikmet'in yıllar önce kaleme olduğu güzelim şiirlerinden birini anımsadım. Şaşıp kalma üstüne...
        Sevebilirim,
        hem de nasıl,
        dile benden ne dilersen,
        canımı, gözlerimi.

        Kızabilirim,
        ağzım köpürmez,
        ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
                                                 devenin öfkesi, kinciliği değil.

        Anlayabilirim
        çoğu kere burnumla,
        yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
        ve dövüşebilirim,
        doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes
                    için,
        yaşım başım buna engel değil,
        ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
        Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp
                gitti beni.
                          Yazık.
                                                                                                                                                 1963 Şubat
                                                                                                                                
                                                                                                                     

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kıyametin ayak sesleri...

        Kıyamet yaklaşıyor, diyorum; ahir zaman kapıda, diyorum... inanın doğru söylüyorum! Hem de bu kehanetleri öyle Mayalar'ın, Nostradamus'un şifrelerini çözerek yapmıyorum. Sadece yurdum insanına bakıyorum ve duyuyorum yaklaşan felaketin ayak seslerini... Örnek mi? Örnek çok ama ben en son CNN-Türk televizyonunun o çın çın kahkahasıyla bırakın televizyonları evlerin bile camlarını zangırdatan sunucusu   Saba Tümer'in programında gördüğümü anlatacağım.
        Geçen akşam kanalları dolaşırken (Bu da tuhaf bir laf aslında! Sanki sahilde tura çıkmış gibi) birden
gördüklerime inanamadım. Gözlerimi ovuşturup bir kaz daha baktım; halüsinasyon filan değildi. "La havle vela
kuvvet" çekip başladım izlemeye. Üstlerinde yataktan yeni kalkmış da sabah kahvesini içmeyehazırlanıyormuş
gibi kıyafetler olan (ama ne hikmetse hepsi de mutfak önlüğü takmıştı) bir grup kadın, lastiği gevşemiş, beli
düşmüş, göbeği kasığına kadar açıkta pijaması, üstünde kocasının eski atletiymiş gibi duran bir omzu
dirseğine kadar kaymış tişörtü ve kafasına taktığı kocaman yemyeşil mandalıyla (evet, evet çamaşır mandalı.
Şimdi bir sivri çıkıp da buna tasarım yaratıcılığı derse hiç şaşmam) darmadağınık bir başka kadının
önderliğinde dans ediyor. Ama ne dans! Birinin elinde küçük bir tava, diğerinin elinde yumurta çırpacağı,
öbüründe kepçe, bir başkasında tava... hoplayıp zıplıyorlar. Bir yandan da sunucunun sorularını
cevaplandırıyorlar.
        O kafasında mandal olan kadın dans öğretmeniymiş; mutfak önlüklü, kaşıklı kepçeli kadınlar da öğrencileri. Yaptıkları dans mutfak dansıymış ve diğer danslardan sadece biriymiş. Pijama dansı, büro dansı gibi danslar da varmış. Enteresan olan, dans öğretmeni işyerlerine, şirketlere gidip öğle tatillerinde çalışanlara bu dansı öğretiyormuş. Amaç bütün gün oturan çalışanlara, ev kadınlarına spor yaptırıp kilo verdirtmekmiş. Bu pijama dansının, büro dansının, mutfak dansının önemli bir faydası da kabızlığa çare olmasıymış! La havle
vela kuvvet demeye kalmadı, öğretmen tam bu noktada bir sandalye çekti, üzerine tünedi, tuvalet pozisyonu
aldı ve başladı dansla bağırsakların nasıl boşaltılacağını göstermeye... Bin kere la havle, on bin kere la
havle, yüz bin kere la havle...
        Hadi bu öğretmen bir yolunu bulmuş para kazanıyor! Ya o parayı verip bu kursa giden sokma akıllı ev
kadınlarına ne demeli? Hele içlerinde bir derneğin başkanı olduğundan mıdır nedir, pijamasının üstüne inci
takmayı ihmal etmeyen biri bile olan bütün o kadınlara, şayet doğruysa çalışanlarına öğle tatillerinde
tuvalet dansı eğitim aldıran patronlara (Buna pek inanmadım. Patron denilen akıllı bir kişidir genellikle) ne
demeli? Hiç para vermeden yapılan sporlara ne oldu? Gün ışığından da istifade ederek yapılan yürüyüşlere,
eskiden kültür-fizik denilen cimnastiklere, asansör kullanmadan merdiven inip çıkmalara ne oldu?
        La havle vela kuvvet! Diyorum size, kıyametin ayak sesleri...

7 Ocak 2011 Cuma

Sade suya solculuk...

       Bilgi Üniversitesi Görsel Tasarım Bölümü'nde okuyan bir öğrencinin bitirme tezi olarak hazırladığı porno film bir anda ülke gündemine bomba gibi düştü ve ekonomik, siyasi, toplumsal vs. aklınıza gelebilecek her türlü konuyu bir anda unutturuverdi. Ve alışık olduğumuz üzere ülkeyi de tam ortadan ikiye bölüverdi! İşte tam da bu noktada yine alışık olduğumuz üzere bilimi insanları için değil de kendileri için yapan (o da yapıyorlarsa tabi), bu özellikleriyle ağırlıklı olarak siyasetin sol yanında bulunan bilim insanlarımız 'porno' hikayesine balıklama dalıp bir yerinden tutuverdiler. Vatandaşı hala eşeğe toplu tecavüzdan hakim karşısına çıkan yurdumun bilim insanlarının bu tartışmayla ilgili, o çok anlaşılır yorumlarına bir göz atalım, bakalım neler yumurtlamışlar:
        Prof.Dr.Mehmet Altan: Burada bakılması gereken noktalardan biri görsel sanatların içinde pornonun olup olmadığıdır. Ayrıca tartışmaların tezin konusu üzerinden yapılıyor olması yanlış. Mesele öğrencinin aldığı eğitim ile yaptığı tezin niteliği örtüşüyor mu? Tezin kalitesi ve içeriği nedir? Akademik olarak bir teze bakarken bunları değerlendirirsiniz, tezin konusunu değil.
        Prof.Dr.Nilüfer Narlı: Burada olaya nasıl yaklaşıldığı önemli. Tezin yapıldığı disiplin ile sosyoloji disiplini çok farklı. Ancak biz de birçok konuyla ilgili çalışmalar yapıyoruz. Bunun içinde Türkiye’de porno izleme alışkanlığı ile de ilgili bir çalışma olabilir. Fakat tez içinde filmin çekilmiş olması ayrı bir konudur.
        Öğretim Görevlisi Yeşim Çaplı:Çok problematik bir konu. Erotik sinema içinde olsa bir türe girdiği söylenebilir. Ancak adını porno koyunca iş değişiyor. Yapılan çekimi görmediğimiz için ve medyanın direk “porno” demesinden dolayı porno türünde kabul ediyoruz. Bu yüzden de tepki oluştu. Ancak bu tez konusu bana “porno” olarak gelse izin vermezdim. Bir de olaya şöyle bakmak lazım. Son 1-2 aydır üniversitelerde öğrenci olayları var. Daha çok devlet üniversitelerinde sağ, sol olayları ve AK Parti hükümetine karşı eylemler üzerinden gençler kendilerini ifade etmeye çalışıyor. Özel bir üniversitede ise karşımıza bu tez olayı çıkıyor. Oradaki öğrenci akademiközgürlüğünün sınırını görmek için bunu deniyor. Ben bunları gençlerin kendi ifade özgürlüğü tanımlarını yeni bir jargon üzerinden tanımlamaya çalışmaları olarak görüyorum.
        Öğretim Görevlisi Cengiz Aktar: Benim için bu durumun cezai ehliyet konusu haline getirilmesi can sıkıcı.
        Yar.Doç.Dr.Murat Çetin: Öncelikle tezin içeriğinin ilgili disiplinle tutarlı olması gereklidir. Tez değerlendirirlirken bir akademisyen ahlaki ve hukuki boyutlardan çok tezin akademik olup olmadığıyla ilgilenir. Her türlü tartışma akademik özgürlük içindir. Her konunun tartışılacağı tek yer üniversitelerdir.
        Taraf gazetesi yazarı Ayhan Aktar'ın dediği gibi sade suya solculuktan başka bir şey değil...