3 Ekim 2012 Çarşamba

Müslüman Ülkede Rahip Olmak...



Samsun Mater Dolorasa Katolik Kilisesi'nde on iki yıl görev yapan rahip Pierre Francoisse Rene Brunissen'in kentte geçirdiği yılları konu alan bir belgesel, Müslüman Ülkede Rahip Olmak. Gazeteci Şenol Çakır'ın çektiği ve yönettiği belgeselde Pierre'in misyonerlikle suçlanmasından bıçakla yaralanmasına kadar kentte geçirdiği yıllar anlatılsa da dikkat çekici olan; ister Hıristiyanlık olsun, ister Müslümanlık, bütün tek tanrılı dinlerin düşmanların dahi sevilmesini öğütlediğini anafikir alması..

12 Temmuz 2012 Perşembe

Akıllara nazar...

Bir tek akla nazar değmez çünkü herkes kendi aklını beğenir, derdi büyükannem. Ondandır belki de çok basit bir işi bile çözümleyen herkesin yüzyılın icadını bulmuş gibi "aklımı seveyim" demesi... ve belki yine aynı sebeptendir uzmanlığının dışında bir mevkiiye atanan herkesin üstelik bir de liyakatının yetmediği o mevkiiye atanmış olmanın verdiği haksız özgüvenle işin uzmanlarına danışmadan, hiçbir uyarıya kulak asmadan aklına estiği gibi davranıp yetki kullanması...İyice alıştık artık, hata kanıksadık sahte doktorları, kendini doktor sanan hacı hocaları, kendi yazdığı reçeteleri kendi bildiği terkiple hazırlayan ve yaptığının eczacılık olduğunu savunan, herbolog (1) olmasa da her biri herbilog (2) olan aktarları, daha da acısı doktor olmadan doktorluğa soyunan akademisyenleri... ve belki biraz da övündük hiç değilse yazılıp çizilip suyu içilen kağıtlardan ota bota terfi etmesiyle halkımızın...
Uzunca bir zamandır işin erbaplığının unutulduğu; erken kalkanın yol alıp bilip bilmeden bir yerleri tuttuğu, bilenlerin ise Ziya Paşa'nın "Kalkın ey felah-ı vatan dediler kalktık, herkes oturdu biz ayakta kaldık" sözünü doğrularcasına ayakta kaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Sağlığın s'siyle ilgili bir eğitimi, bir iş deneyimi olmayanlar sağlık, ömründe kitap kapağı açmayanlar kütüphane, daha da ilerisi kültür müdürü oluyor; sözüm ona "okullu" oldum diye sevinen üniversite mezunları gazete ilanlarıyla iş ararken Türkçenin t'sinden bihaber şarkıcılar, türkücüler ekranlarda programcılığa, gazetelerde köşe yazarlığına soyunuyor... bir bakıyorsunuz üniversitelerde kadrolar peynir ekmek gibi dağıtılıyor; esnafdan danışman, hukuk eğitimi almayanlardan mahkeme başkanı seçiliyor... velhasılı her geçen gün bilgi, erdem ve liyakat sahibi olmayanlar her yeri ama her yeri kaplıyor... kaplıyor kaplamasına ama kimi zaman da öyle olaylar yaşıyoruz ki insanımızın bu arsızlığına bu hadsizliğine 'dur' demek artık herkesin boynunun borcu oluyor. Tıpkı Samsun'da yaşanan son 'sel' olayında olduğu gibi...
Yağmurlarıyla meşhur kentte ırmağın yatağı değiştirilmiş, yerine de sanki o su yerini bulmazmış gibi toplu konutlar yapılmış hem de yerin bilmem ne kadar kat altını bile boş bırakmamacasına; insanların canı pahasına... belli ki işi bilen birileri yok işin başında... belli ki yatağı değişen insan bile kendi yatağını ararken ırmağın en ufak taşkında kendi yatağını arayacağını bilen yok o konutları oraya dikenlerin başında... Dahası, belli ki "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü bile bilmiyorlar; tıpkı "su akar yolunu bulur" sözünü bilmedikleri gibi... ve belli ki aklını sevenlerden oldukları için kimseye akıl da danışmıyorlar...
Sonuç: Birilerinin aklını sevmesi birilerinin canına mal oluyor...
Hz.Mevlana ne demiş: Herşeyi bilmene gerek yok haddini bil yeter...

(1)Şifalı bitkileri bulmayı ve kullanmayı amaçalayan bilim.
(2)Bu da henüz Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer almayan, yakın bir arkadaşımın uydurduğu, her bir şeyi bilen anlamında bir sözcük.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Panik Atak mı, alerji mi?

Ansızın, birden bire, pat diye; beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde, günün ortasında, gecenin bir yarısında, hatta belki uykunuzun en derin yerinde... boğazınıza bir yumru oturur, kalbiniz yerinden fırlayacakmışcasına ağzınızda atar, başınız döner, mideniz bulanır ya da bağırsaklarınız bozulur veya tersine hiç çalışmaz karnınız davul olur, sonra elleriniz uyuşur, bacaklarınızın feri kesilir, görmeniz bulanıklaşır, konsantrasyonunuz bozulur ve en kötüsü, bütün bunlar olurken, taa en başından nefesiniz daralır, ciğerleriniz şişer ve sanki az sonra boğulacakmışsınız gibi hava açlığı çeker, pencerelerde, balkonlarda kalır, olmadı iki büklüm olur nefes almaya çalışırsınız... ve daha kötüsü yoğun bir korku, giderek kontrolünüzü kaybettiren bir kaygı, neden olduğunu bilmediğiniz bir endişe sarmalı...sanki kalp kirizi kapınızı çalmak üzeredir veya bir saniye sonra düşüp bayılacaksınızdır... ya da ölmek veya aklınızı yitirip delirmek üzeresinizdir...Evet... panik atak kriziniz başlamıştır! Bütün bunlar ve vücudunuzda hissedebileceğiniz daha onlarca değişiklik hep bu "panik atak" denilen ve çağımızın hastalığı diye tanımlanan ruhsal problemin size yaşattığı, altından kalkılması hayli güç bir duygu bozukluklarıdır. Bu sarmalda sizi dipsiz bir kuyu gibi sürekli içine çeken esas duygu ise ödünüzü patlatan bir korkudur. Öyle yoğun bir korkudur ki bu; kriz bittiğinde sanki tonlarca ağırlığında bir dağı kaldırmışçasına yorgun düşersiniz. Zaten çoğu hasta da krizi tek başına atlatamaz ya bir hastahanede alır soluğu ya da güvendiği bir yakınının yakınlığına sığınır...
Uzun yıllar mücadele verdim bu rahatsızlığa karşı; ilaç kullanmak istemeyip psikoterapi almakta ısrar edince yığınla da para döktüm doktor yollarına. Dirençli, inatçı bir kişiliğim olmasa idi belki de pek çok hasta gibi yenik düşecek, beraberinde başka ruhsal problemlerle baş etmek zorunda kalacak, başta sosyal hayatım olmak üzere bütün hayatımı durduracaktım. Zira ancak yaşayanların anlayacağı kadar insanı tüketen bir rahatsızlık olan panik atakta bir süre sonra kapalı alanlara sığamıyor, otobüslere binemiyor ve vardığı son noktada evinizden dışarı çıkamayabiliyorsunuz...
Çok şükür ben bu noktalara vardırmadan hastalığı tanıyıp ipleri olabildiğince ele aldım, irademi
devreye sokup yenilmeden krizleri atlattım ve giderek seyrelttim. Arada sırada olan, nefes darlığına varmayan hava açlıklarına, gelip geçici korkulara, ender yaşanan ve herkesinki kadar olan kaygılara ise önem bile vermedim. Ama tümüyle esas ne zaman iyileştim biliyor musunuz? Bademciklerimden şikayetle gittiğim aile hekimimin teşhisi ve yönlendirmesiyle önce kulak burun boğaz, sonra da bir genel cerraha gidip yapılan test ve tetkiklerle haşimoto hastası olduğum anlaşılınca. Evet, esas o zaman iyileştim.
Haşimoto, hastalığı bulan bir Japon doktorun adını taşıyan bir hastalık. Kısaca tarifi: İyot alerjisine bağlı tiroit iltihabı. Yapılması gereken ise iyottan uzak beslenme ve iyot içeren kozmetik, temizlik ürünlerini vs kullanmama. En başta da saç boyaları, makyaş malzemeleri ve tabii iyotlu tuz, yasak olan...Ben iyottan uzak bir yaşam sürmeye alıştırırken kendimi enteresan bir gözlemim oldu. Birden bire, pat diye, hiç beklenmedik şekilde panik atak yok oldu. Ne hava açlığı ne endişe ne de sıkıntı var artık... ne boğazıma bir yumru oturuyor ne üşüme ne terleme... hepsi geçti gitti. Meğer ki bunlar şu iyot alerjisi yüzündenmiş...
Ben hekim değilim, bloğuma yolu düşecek bir tek panik atak hastasını bile yanlış bilgilendirmek istemem. Ama yaklaşık yirli yıl bu rahatsızlıkla uğraşan ve uzun zaman psikiyatriste giden bir panik atak hastası/idim. Söylemek istediğim sadece şu: Onca psikiyatriste gitmeme rağmen tiroitlerime bakmak düşünülmedi; atlandı. Size önerim, atlamayıp bir baktırın! Alerjiniz olabilir... zaten panik atağın çağın hastalığı olması ve alerjinin de doğal yaşamdan uzaklaşılan günümüzde giderek artması, yani iki durumun paralellik göstermesi bile bir bağlantı olduğunun göstergesi gibi değil mi?

Bundan sonrasını da artık hekimler açıklasın... ya da belki onların da içlerinde bileni vardır, bilmeyeni vardır...

6 Temmuz 2012 Cuma

SELE AĞIT: Çarşamba'yı Sel Aldı...

Hikaye hazin.
Yıllar yıllar önce, Çarşamba ovasında, Yeşilırmak'a kavuşan Abdal deresi kıyısında kurulu köylerden birinde yoksul bir genç yaşarmış; adı Ahmet. Ve benzeri öykülerde olduğu gibi güzeller güzeli bir de genç kız;adı Melek. İkisi de birbirine sevdalı ve nişanlı. Bir de her öyküde olduğu gibi pusuya yatmış bekleyen ağaoğlu; adı Mehmet Ali...
Köyde sakin hayat devam eder, düğün için gün sayılırken Ahmet'in askerlik vakti gelmiş ve Ahmet vatanı beklemeye gitmiş, böylece ağaoğlu Mehmet Ali'ye de gün doğmuş. Önce Melek'e kalbini açmış, onu sevdiğini söylemiş ama gözü Ahmet'ten başkasını görmeyen Melek'ten karşılık bulamayınca da gözünün yaşına bakmadan tutup dağa kaldırmış.
Kötü haber tez elden Ahmet'e ulaşmış, Ahmet haberi alır almaz firar etmiş, soluğu köyünde almış. Silahını kuşanmış, atına atlamış, Canik dağlarını dolaşmaya, sevdiğini aramaya başlamış. Dağlar Ahmet'in "Meleekkk, Meleekkk" diye haykıran sesiyle yankılanmış ama Melek'ten ses seda çıkmamış. Sonra birden gökyüzü kararmış, şimşekler çakıp gök gürültüleri kopmuş, çıkan sesler Ahmet'in sesini bastırmış. Bir an sonra da gök yarılıp bütün suyunu ovaya boşaltmaya başlamış. Canik dağlarından çığ gibi büyüyerek gelen sel suları Yeşilırmak'ın kabarıp taşan sularına karışmış, Çarşamba ovası adeta bir göl olmuş. Sular ırmak kenarında ne var ne yoksa yutmuş, sanki tufan bu kez Çarşamba'da yaşanmış...
Saatler sonra gök hızını almış, yağmur durmuş, sular çekilmeye, Yeşilırmak yavaş yavaş yatağına uzanmaya başlamış.  Yaralarını sarmanın telaşına düşen halk Ahmet'le Melek'i bir an için akıllarından çıkarmış. Ta ki Abdal deresinin yeşilırmak'a döküldüğü noktaya gelinceye dek! Tam o noktaya gelince bakmışlar ki; bir kayanın üzerinde yan yana iki ceset... el ele tutuşmuş, sırt üstü uzanmış, öylece yatan iki ceset... Ahmet'le Melek!
Ahali bu kez kendi acısını unutup Ahmet'le Melek'e yanmaya, dualar edip ağıtlar yakmaya başlamış... ve bu hazin öykü yıllarca dilden dile dolaşmış...Gün gelmiş, o ağıtlar "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü doğurmuş...
Bu türkü de hazin öyküsü de bu yörede yaşayan herkesce bilinir, bilinir ama yine de ırmak yataklarına evler yapılır, hem de devlet eliyle... ve ardından ağıtlar yakılır, can yakan canlar yitirilir... ne uğruna, sormak gerek...

29 Haziran 2012 Cuma

NABUCCO: Esarete Başkaldırış

Kimilerinin "yüzyılın en büyük sömürü projesi" dediği, kimilerinin ise giderek önemini yitirdiğini söylediği NABUCCO boru hattı, Rusya’dan yapılan sevkiyata alternatif olmak üzere ABD ve AB tarafından desteklenen, Hazar ile Kafkaslardaki doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımak amacıyla 2009 yılında başlatılan bir projenin adı. Hani şu Şah denizinden başlayıp Türkmenistan, Kazakistan ve diğer Trans-Hazar kaynakları ile İran gazının, uzun vadede ise Irak ve Suriye üzerinden Mısır başta olmak üzere diğer çevre ülkelerin gazını Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine taşımayı planlayan projenin. Diğer yandan ise eserleri tüm dünyada en çok bestelenen ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi'nin Avusturya'nın İtalya'yı işgali sırasında bestelediği, Yahudiler’in Babil’den sürgün edilmelerini konu alan ünlü operasının adıdır, Nabucco. Babil Krallığı’nın en ihtişamlı döneminde Kral II. Nabukadnezar zamanında, M.Ö. 586 yılında Kudüs’te ve Babil’de yaşanan ve tarihte “Babil Esareti” diye bilinen olay anlatılır, bu ünlü dört perdelik operada.
Nabucco operasının konusunun dayandığı II. Nabukadnezar yani Nabucco, bugünkü Irak topraklarında Asurlulara karşı isyan ettikten ve bu imparatorluğu yıktıktan sonra yeni bir yükseliş dönemine giren Babillilerin aynı adı taşıyan krallarının ikincisidir.  Yaptırdığı asma bahçeleri dünyanın yedi harikasından biri sayılan Nabucco dönemiyle  birlikte Babilliler Kudüs’e girmiş ve Yahudilerin kutsal kentini tamamen yakıp yıkıp, ardından da binlerce Yahudi'yi esir alarak Babil’e getirmişlerdir. İşte Yahudi tarihinin dönüm noktalarından biri olan "Babil Sürgünü, Yahudilerin yaşadığı bu süreçtir.
Verdi'nin Babil Sürgünüyle sonuçlanan olaylar zincirini anlatan ve Babil'in bu ünlü kralıyla aynı adı taşıyan  ünlü eserinde Yahudi kölelerin oluşturduğu "Esirler Korosu" tarafından seslendirilen "Özgürlük Özlemi" ilahisi de İbranilerin "Esarete Başkaldırısı"dır. Eski Ahit’te de Yahuda ve İsrail krallarının ve halklarının sadakatsizlik yüzünden tanrı tarafından bu şekilde cezalandırıldıkları anlatılır. Ve yine Eski Ahit'te Kudüs'ün intikamının Babil'den bir gün mutlaka alınacağı söylenir.
Geçiş hattı, jeostratejik önemi “Avrasya’ya egemen olan, dünyaya egemen olur” biçiminde özetlenen tarihi ipekyolu olan bu önemli enerji hattı projesine Yahudilerin bir anlamda vatan özlemini anlatan ve bestelendiği tarihte Avusturya işgali altındaki İtalyanların bağımsızlık özlemine tercüman olup İtalyan milli marşı olarak kabul edilmesi düşünülen Nabucco isminin verilmesi gerçekten enterasan. Doğrusu insan düşünmeden edemiyor: Acaba gerçekten denildiği gibi ortakların işbirliği anlaşmasını imzalamadan bir gün önce, 10 Ekim 2002 gecesi viyana'da Verdi'nin Nabucco operasını izlemesi ve sonraki gün projeye bu adı vermeyi kararlaştırması mı, projenin adının Nabucco olmasının nedeni?
Kim bilir, belki de gerçekten böylesine büyük bir rastlantıdır...

27 Haziran 2012 Çarşamba

İpekyolu değil, petrol yolu

Soğuk savaş döneminde küçük ve güçsüz devletler, uydu ya da yarı uydu konumundaydılar.
 İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yalta Konferansı ile başlayan süreçte Türkiye, Batı Bloku’nun bir parçası oldu. Küresel iki büyük çarkın gereklerine uydu ya da uyduruldu.
 Ancak Batı içindeki bir Yunanistan ya da bir Kanada gibi değildi. Türkiye’nin üç önemli farkı ve dezavantajı bulunuyordu ve halen de bulunmaktadır.
 - Batı (ve bloku) tarafından, hep “öteki” olarak algılandı. Müslüman ve Asyalı kimliği Türkiye’yi, “Hıristiyan Batı” dünyasından ayırıyordu.
 Değerli Alman bilim insanı Prof. Dr. Fritz Neumark’ın dediği gibi, “Avrupa 400 yıl boyunca Türklerle savaşmış ve çekişmişti”. Türkiye’yi kendindenmiş gibi kabullenmesi imkânsızdı. (*)
 - Türkiye’nin ikinci önemli özelliği (ve farkı) ise dünya enerji kaynaklarının %65’ini kapsayan Ortadoğu’nun tam göbeğinde bulunmasıydı. Büyük devletlerin gözü Ortadoğu’daydı; onların küresel güç kavgalarında Türkiye de nasibini alacak ve bedelini ödeyecekti. Aynen 30 yıldır yaşamakta olduğumuz terör sorununda görüldüğü gibi.
 - Türkiye’nin bir başka farkı da Kurtuluş Savaşı’nı Avrupa’ya (ve Batı’ya) karşı kazanmış olmasıydı. Atatürk’ün önderliğindeki bağımsızlık ve özgürlük savaşı, Avrupa’nın hesaplarını bozan Lozan zaferi ile sonuçlanmıştı. Türkiye dünyada, sömürgecilere karşı savaşan ülkeler ve toplumlar açısından bir örnek oluşturuyordu. Pek çok dünya ulusu Atatürk’ü ve Türkiye’yi örnek almaya başladılar. Hem de Cezayir’den Küba’ya kadar uzanan geniş bir alanda.
 Türkiye bir anlamda küresel güçler açısından tehlikeli bir örnekti. Hem de Ortadoğu gibi en stratejik bölgede bulunuyordu.
 Küresel ve yerel dinamikler
 Küresel dinamiklerin Türkiye için taşıdıkları soru işaretleri yanında, iç dinamiklerde de gelişen çelişkiler, Türkiye’yi bugünkü zemine taşıdı.
 Ülke Batı’nın gözünde, Batılı olmaya çalışan Doğulu bir (öteki) olarak algılanıyor
 - Türkiye AB’nin dışında tutularak denetim altına alındı. Türkiye-Avrupa ilişkilerinin son 50 yıllık yakın geçmişi incelendiğinde, bu gerçek açık olarak görülür. “Hayatım Avrupa” adını taşıyan beş ciltlik çalışmamda bu gerçeği bütün ayrıntıları ile ortaya koydum.
 - Türk şirketleri bir yandan Kürdistan’da (Kuzey Irak) para kazanıyorlar; diğer taraftan o bölgeden (ülkeden) gelen silahlı güçler (teröristler), Türk ordusuna saldırıyor.
 - Suriye’de dün ortak hükümet (kabine) toplantısı yaptığımız yönetimi bugün savaşın eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
 - ABD ve AB çevreleri “Ankara bizim için çok önemli, işbirliğimiz artıyor” diyorlar. Öte yandan Ankara, Avrupa ve Batı’ya değil, Ortadoğu Arap dünyasına her anlamda yakınlaşıyor.
 - Batı Türkiye’de kendi uyguladığı demokrasi yerine, ılımlı islam cumhuriyeti modelini uygulatmak istiyor.
 Büyük resim
 Bir türlü önlenemeyen terörist saldırıların, bu büyük resim içinde değerlendirilip önlemlerin alınması gerekir.
 - Türkiye petrol ve doğalgaz kaynakları ve yolları üzerinde bulunduğu için küresel güçler tarafından yeniden dizayn edilmektedir.
 - “Kürt meselesi” ve Kürdistan çabaları bu büyük resmin ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir.
 - Terör bu gelişmelerde, “bir araç” olarak kullanılmaktadır.
 - Türkiye açısından terörün ortadan kaldırılabilmesi için siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel faktörler bir bütünlük içinde kullanılmak zorundadır.
 Küçük dişlilerle uğraşmak terörü bitirmez, daha da yaygınlaştırır. Onu çözmek için olayı küresel boyutta algılamak gerekir.
 Çünkü sorun yerel değil, küreseldir.

Erol MANİSALI/ 25 Haziran 2012 - Cumhuriyet

(*) Denktaşın Öbür Yüzü, Kırmızı Kedi, sayfa 27, 2011

26 Haziran 2012 Salı

İpekyolu Strateji Yasası

Soğuk Savaş sonrası “İki Kutuplu Sistem”den sıyrılıp uluslararası sistemde tek süper güç olarak beliren ABD, bu statüsünün devamını sağlamak adına Avrasya’da ekonomik, siyasal ve askeri varlığını pekiştirme çabasına girmiş veçeşitli ulusal devletlerin sınırları içerisinde, özellikle kara gücünü konuşlandırmıştır. Bölgenin büyüklüğünün yanı sıra doğal kaynak rezervlerinin zenginliği ve bu zenginliğin dünya ile paylaşımında kavşak rolü üstlenmesi ise dünya ekonomi—politiğine yön vermesinin ana nedenidir.
ABD’nin Avrasya politikası için milat, Sovyetler Birliği’nin dağılması olarak göze çarpar. 1990ların ortalarından itibaren ABD’nin Orta Asya’daki yaşamsal çıkarlarının giderek farkına varmasıyla Amerikan ulusal güvenlik stratejilerinde bu bölgeye ayrılan yer de artmaya başlamıştır. Temmuz 1999'da ABD Kongresi’nden geçen “İpekyolu Strateji Yasası” ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelik politikalarının ana hatlarını açıkça ortaya koymaktadır. İpekyolu Strateji Yasası’nın gerekçesini oluşturan bölümde 7 nokta ön plana çıkarılmaktaydı. Buna göre:
1-Bir zamanlar Orta Asya ve Güney Kafkasya’nın en önemli ekonomik hattı olan tarihi İpekyolu; Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’dan geçmekteydi;
2-İpekyolu üzerindeki halkların birbirine bağımlılığı ve karşılıklı işbirliği yoluyla eski ekonomik ilişkilerini tekrar tesis etmeleri, egemenliklerinin teminat altına alınması kadar demokratik ve pazar reformlarının başarısı için de önemliydi;
3-Orta Asya ve Güney Kafkasya ülkeleri arasında siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerinin güçlendirilmesi bölgenin istikrara kavuşmasına da hizmet edecekti;
4-Bölgede demokrasilerin ve serbest pazar ekonomilerinin gelişimi, uluslararası özel sektör yatırımcılarının bölgeye girişlerini teşvik edecekti;
5-Bölgedeki Müslüman ülkeler, ABD ile yakın ittifak kurmak isteyen ve İsrail’le yoğun ticari ve diplomatik ilişkiler içinde bulunan laik yönetimlere sahip bulunmaktaydı;
6-Bölgede, ABD’yi sorunlu Basra Körfezi’ne bağımlı olmaktan kurtaracak çok değerli enerji kaynakları bulunmaktaydı;
7-ABD dış politikası ve uluslararası yardımları bölge ülkelerinin ekonomik ve siyasal bağımsızlıklarının yanı sıra, demokrasi inşası, serbest pazar politikaları, insan hakları ve bölgesel ekonomik bütünleşme konularına da yoğunlaşmalıydı.
İpek Yolu Strateji Belgesi’nde, ABD’nin bölgeye yönelik politikasının ana unsurları ise söyle sayılmaktaydı:
-Bağımsızlığın, egemenliğin, demokratik yönetimlerin ve insan haklarına saygının desteklenmesi;
-Hoşgörü, çoğulculuk, diyalog ortamları ile ırkçılığa ve Yahudi düşmanlığına karsı mücadelenin desteklenmesi;
-Bölgesel ihtilafların çözülmesinde ve sınır ötesi ticareti zorlaştıran engellerin kaldırılmasında aktif   biçimde  yer alınması;
-Dostane ilişkilerin ve ekonomik işbirliğinin desteklenmesi;
-Pazar merkezli ilkelerin ve uygulamaların yayılmasının sağlanması;
-İletişim, ulaşım, eğitim, sağlık, enerji ve ticaret alanlarındaki altyapının gelişmesine katkı sağlanması;
-ABD kaynaklı ticari girişimlerin ve yatırımların desteklenmesi.
Görüldüğü gibi, İpekyolu Strateji Belgesi esas olarak ABD’nin ve Amerikalı girişimcilerin bölgedeki ekonomik ve ticari çıkarlarının sağlanmasını kolaylaştıracak bir eksen üzerine oturtulmuş, bu ana hat çevresinde ise demokratikleşmenin sağlanmasından insan haklarının desteklenmesine kadar, ABD’nin küreselleşme tanımına uyan diğer unsurlar serpiştirilmiştir.

Kaynak: Soner ÖZÇELİK/Akademik Analiz Dergisi



20 Haziran 2012 Çarşamba

İpekyolu ve önemi

İpekyolu, Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan ve dünyacaünlü ticaret yoludur. İpekyolu sadece tüccarların değil aynı zamanda doğudan batıya ve batıdandoğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur. Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da Romalılar Çinlilerden ipek satın alırlardı. Ulaşım ise daha sonra 'İpekyolu' adı verilen güzergahı izleyen kervanlarla sağlanırdı. İpek endüstrisi eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak doğudan gelen ipek ve baharat batı dünyası için uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek ayrıca doğu kültürünün batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğunun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması Çin'den Avrupa'ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur. Ortaçağda ticaret kervanları şimdiki Çin'in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan'ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi'ne, diğeri ile de Karakurum dağlarını aşarak İran üzerinden Anadolu'ya ulaşırlar; Anadolu'dan da denizyolu ile Akdeniz ve Karadeniz (Tirebolu) limanlarından veya Trakya üzerinden karayolu ile Avrupa'ya giderlerdi. Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları zaman içinde 'İpekyolu' olarak adlandırılmıştır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Arap Yarımadası, Somali İran, Rusya’nın güneyi, Afganistan, Orta Asya, Pakistan, Hindistan, Çin, Kore ve Vietnam'ın yer aldığı İpekyolu'nun hem bir ticaret yolu hem de tarihsel ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşaa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlatılmıştır. Eskiden bu yol üzerinden ipek, baharat ve kağıt taşınırken bugün bu yol önemli madenler, petrol, elektronik ürünler ve çeşitli tüketim maddelerinin taşımacılığı açısından önem kazanmaktadır. Dolayısıyla enerji kaynakları ve enerji nakil yolları ile daha da anlam kazanan 'İpekyolu’nun istikrarlılaştırılması ve “elde tutulması” yeni dünya düzeni için yaşamsal öneme sahiptir.
Buradan hareketle, bu güzergahta bulunan Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bu konudahem kendi aralarındaki iletişim ve etkileşimleri hem de söz konusu diğer devletlerle pazarlık güçlerini kullanmaları çok önemlidir. Özellikle son yıllarda çok gündemde olan ve özellikle Avrupa Birliği'nin çok ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgaz boru hatları projelerinde hem Türkiye'nin hem de Orta Asya Türk Devletlerinin gücünü, stratejik pozisyonlarını pazarlıklarda iyi kullanması, sıkı bir işbirliği ve ittifaklar kurması da ayrıca önemli ve gereklidir.

9 Haziran 2012 Cumartesi

İpekyolu Enstitüsü

Amerikan Derin Devleti'nin kontrolünde olduğu iddia edilen Johns Hopkins Üniversitesi'ne bağlı Amerikan-İsveç merkezli Silkroad Enstitüsü; yani Deniz Baykal'ın istifaya zorlanacağıve CHP genel başkanlığına Kemal Kılıçdaroğlu'nun getirileceği senaryosunu olay gerçekleşmeden iki yıl önce bir rapor olarak hazırlayan İpekyolu Enstitüsü, web sitesinde kendini şöyle tanımlıyor:
Orta Asya-Kafkaslar Enstitüsü ve İpek Yolu Çalışmaları Programı ortak transatlantik araştırma ve politika merkezi. Türünün ilk merkezi ve analistler, akademisyenler, politika gözlemcileri, iş adamları ve gazetecilerden oluşan dünya çapında bir merkez. Yine siteden öğrendiğimize göre ilgili bölgeler hakkında bilgi, araştırma ve analiz için artan ihtiyacı karşılamak üzere 1996 ve 2002 yıllarında dizayn edilmiş. Enstitünün amacı ise Amerikalılar ile Avrupalıların bölge ile aktif ve çok yönlü bir angajman içine girmesi için güvenlik ve kalkınma konuları ile sosyal bilimler ve beşeri disiplinler alanında geniş ve uygulamalı araştırmaları, ciddi ve iyi bilgilendirilmiş politikaları teşvik etmek imiş. Ve bu araştırmalar çok sayıda araştırmacının katıldığı uzun süren büyük araştırmalar olduğu gibi tek bir araştırmacı tarafından yapılan kısa projeler de olabiliyormuş. Enstitünün bugüne değin yaptığı araştırmalar içinde yer alanlardan bazıları şöyle:
-Avrasya'da narkotik, suç ve güvenlik
-ABD ve Avrupa politikası
-Asya'da çatışma ve güvenlik
-Enerji ve işbirliği
-Çatışma yönetimi
-Bölgesel güvenlik
-Siyasal sistemler
-Asya bağlamında müzakere ve arabuluculuk
-Anayasal gelişmeler ve insan hakları
-Çin dış politikası
-Siyasal şiddet ve çatışma yöntemi
-Asya çevresel güvenlik konuları.
İpekyolu Enstitüsü bu araştırmalarının araştırmalarının yanı sıra çok sayıda forum ve konferans da düzenlemiş. Örneğin;
-Türk siyasetinde dinin rolü
-Türk dış politikasında yeni eğilimler
-Küresel teröre karşı Pakistan savaşı
-Gazprom'un hakimiyeti ve Hazar bölgesinin rolü Avrupa'nın enerji güvenliği
-Azerbaycan ve Avrupa
-Çin'in güvenlik stratejisi
Bu çalışmaların yanı sıra çok sayıda yayını da bulunan merkezin proje sorumluları ise sitede şu kuruluşlar olarak belirtilmiş:
-ABD Hükümeti
-İsveç Ulusal İlaç Politikası Koordinatörü
-İsveç Acil Durum Yönetim Ajansı
-İsveç Araştırma Konseyi
-Folke Bernadotte Akademisi
Çoğumuzun belki de Kemal Kılıçdaroğlu ismi ile birlikte duyduğu Orta Asya-Kafkasya Enstitüsü ve İpek Yolu Çalışmaları Programı Ortak Merkezi'nin Müdürü, Onur Öymen'in Beyaz Tv'de yayınlanan Acı Kahve programında, CHP ile ilgili raporu kendisine bırakan kişi olarak açıkladığı Svante E.Cornell. Enstitüde adı geçenlerden ikisi ise biraz daha aşina. Biri, "Gerçek İle Fantezi Arasında Türkiye'nin Ergenekon soruşturması" adlı raporun yazarı İngiliz Gazeteci Gareth Jenkins, diğeri ise enstitünün kıdemli üyesi, yönetici editörü ve Türkiye Analisti olarak tanıtılan Halil Magnus Karaveli. Karaveli'nin uzmanlık alanları ise Türkiye tarih ve siyaseti, Kıbrıs sorunu, İslam ve laiklik.
İnsan düşünmeden edemiyor: Sadece senaryo yazmak için bu kadar çok para harcanıp bu kadar büyük araştırmalar niye yapılsın ki?

7 Haziran 2012 Perşembe

CHP devşiriliyor mu, çöküyor mu?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin eski Genel Başkan Yardımcısı, Bursa Milletvekili Onur Öymen birkaç ay önce Beyaz Tv'de yayınlanan 'Acı Kahve' programında Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanlığına getirilişinin ABD destekli olduğunu ve bu konuyla ilgili iki rapor bulunduğunu söylemişti. Üstelik 2008 yılında  İsveç'te bulunan bir enstitüde hazırlanan bu raporlardan birinin, raporda imzası bulunan Svante E. Cornell tarafından 2009 yılı başlarında kendisine bırakıldığını da açıklamıştı.
Amerikan Derin Devleti'nin kontrolünde olduğu iddia edilen Johns Hopkins Üniversitesi'ne bağlı Amerikan-İsveç merkezli Silkroad Enstitüsü tarafından hazırlanan bu raporda yer alan senaryolara göre Deniz Baykal istifaya zorlanıyor ve onun yerine yolsuzluklar konusunda kamuoyunun dikkatini çeken Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan yapılıyordu ki nitekim bu öngörü bir süre sonra gerçekleşmişti. Ayrıca benzer ifadeler daha sonra tüm dünyada yankı uyandıran Wikileaks belgelerinde de bulunuyordu. Bütün bunlar ise ABD'nin o dönem CHP'nin başında bulunan
kadrodan rahatsız olduğunu ve değiştirmek istediğini gösteriyordu.
Onur Öymen'in adı geçen programda vurguladığına göre ABD benzer bir operasyonu 2.Dünya Savaşı'nın ardından Japonya'dakisosyalist partiye yapmış; Japon sosyalistlere baskı uygulayarak söylemlerini ve yönetimlerini değiştirmelerini istemişti. Sonuçta da Japon Parlamentosu'nda sosyalistlerin 146 olan milletvekili sayısı 6'ya düşmüştü.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanı olmasından sonra geçen süreçte yaşananların ardından bugün gelinen noktada görünen o ki;  Onur Öymen'in açıkladığı raporda yazılanlar senaryo olmanın ötesine varıp gerçekleşmiş. CHP'nin temmuz ayında yapılacak kurultayı öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu ile ekibini eleştiren, partinin batma noktasına geldiğini söyleyen eski Parti Meclisi üyesi Berhan Şimşek'in dediği gibi CHP'de işlerin iyi gitmediğinin sadece CHP'nin kadroları değil, artık herkes farkında. Kılıçdaroğlu'nun ilk günlerinde coşkuya kapılan ve dinamizmini yitiren partinin bu rüzgarla iktidara bile taşınabileceğine inanan "sade seçmen" bile bugün bu senaryoların gerçekliğini; Kılıçdaroğlu'nun CHP'yi ABD'nin isteği doğrultusunda devşirmek için bir bir planla partinin genel başkanlığına getirilip getirilmediğini tartışmaya başladı.
CHP'nin Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte büründüğü yeni yüzü,  geliştirdiği politikaları Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD'nin bir planı mı, Kılıçdaroğlu gerçekten bu planın bir parçası olarak partinin başına ABD tarafından mı getirildi henüz hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belli değil belki ama belli olan şu ki;CHP artık eski CHP'lilerin CHP'si değil. Ve hatta belki de Berhan Şimşek'in dediği "Bizi Atatürk bile kurtaramaz" çizgisine çoktan gelindi...

4 Haziran 2012 Pazartesi

CHP Samsun İl Başkanı Mehmet Atalay olmuş...

Dün Cumhuriyet Halk Partisi'nin Samsun İl Kongresi yapıldı. Gazetelerden öğrendiğime göre 34'üncüsü gerçekleştirilen ve iki listenin çekiştiği kongrede Mehmet Atalay rakibi Kemal Zeybek'i otuz dört oy farkıyla yenilgiye uğratarak partinin yeni il başkanı olmuş.
Mehmet Atalay da Kemal Zeybek de CHP'lilerin ve Samsunlular'ın aşina olduğu isimler. Zaten bilinmeyen, yeni bir ismin kongrelerde, seçimlerde boy göstermesi pek alışılmış bir durum değil. Fotokopi makinesinden çıkmış gibi yıllardır aynı isimler gider gelir... kah il başkanlığına kah belediye başkanlığına kah milletvekili aday adaylığına kısmetleri varsa da milletvekili adaylığına aday olurlar. En şanslı 2 kişi de listenin ilk iki sırasına yerleşir ve seçilip milletvekili olur... zira CHP'nin Samsun'dan milletvekili çıkarma potansiyeli ancak 2'dir! Ne eksik ne fazla sadece 2... tenkit ediyormuşum gibi görünse de bu cümleler aslında ben bu isimleri kutluyorum sabır, sebat ve ısrarlarından dolayı... Gerçekten!  Örneğin Mehmet Atalay. Facebook'ta da paylaştığı siyasi özgeçmişine bir göz atalım:
2002 genel seçimlerinde CHP Samsun milletvekili aday adayı,
2007 genel seçimlerinde CHP Samsun 4. sıra milletvekili adayı,
2009 yerel seçimlerinde CHP Samsun büyükşehir belediye başkan adayı
2011 genel seçimlerinde de 7. sıradan milletvekili adayı olmuş; ancak bu kez sıralamadaki yerini beğenmeyerek adaylıktan çekilmiş...
Ama bakın sonuçta ne olmuş? Milletvekili aday adaylığından başlayan 10 yıllık mücadelenin sonucunda milletvekili ya da büyükşehir belediye başkanı olamasa da partisinin her kademesinde hizmet etmenin bir onur olacağını göstererek il başkanı olmuş Mehmet Atalay... hayırlı uğurlu olsun.  Tam sabreden derviş misali! Kim bilir belki bu sabır onu başka yerlere taşır (bana sorarsanız taşımaz ama hani belki dedik ya) örnekleriyle sabit olduğu gibi ve il başkanlığından sonra milletvekilliği yolu da açılır Sayın Mehmet Atalay'a...
Kemal Zeybek'e gelince: Partiyle ilişkisi 90'lı yıllara dayansa da adaylığı henüz yeni. İlk kez 2011 genel seçimlerinde aday olmuş ama doğrusu sıkı bir başlangıçla! 3. sıradan... ama dedim ya CHP'nin Samsun'dan milletvekili çıkarma kapasitesi 2 olduğu için ne yazık ki sonuç hüsran!!!
Yalnız Kemal Zeybek'i kutlamak lazım gerçekten de. Zira Mehmet Atalay 2011 genel seçimlerinde sıralamadaki yerini beğenmeyip (eminim kendine göre haklı nedenleri vardır) adaylıktan çekilirken ve hatta gazetelere yansıyan haberlere göre "Listeye hiç konulmasaydım anlayışla karşılardım" derken Kemal Zeybek, dün yapılan kongrede "Yıllardır hem madden hem de manen büyük emek harcadım. 2011 seçimlerinde 3. sıraya koyulduğumda gösterdiğim çabanın önemi yok, aynı çabayı 9. sırada da olsaydım yapardım" demiş...
Bakalım bundan sonra rüzgar nerden esecek? Samsun'un fotokopi makinesinden çıkmış gibi gidip gelen aday listesi değişmese de rüzgarın nerden eseceğini tahmin etmek için gerçekten çok erken. Zira bana sorarsanız önce bir Cumhuriyet Halk Partisi'ni izleyelim sonra Samsun teşkilatının payına ne düşecek onu bekleyelim...