31 Aralık 2010 Cuma

Memleket İsterim...

        Yeni yıla saatler kaldı. Hepimiz önce kendimiz, sonra ailemiz ve sonra ulusumuz, ülkemiz için iyi şeyler diliyoruz. Cahit Sıtkı dileklerimi Memleket İsterim" adlı şiiriyle kelimelere öyle güzel dökmüş ki o şiiri bir kez daha paylaşmak istedim...

        Memleket isterim
        Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
        Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
        Memleket isterim
        Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
        Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
        Memleket isterim
        Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
        Kış günü herkesin evi barkı olsun.
        Memleket isterim
        Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
        Olursa bir şikâyet ölümden olsun...
                                       Cahit sıtkı tarancı

30 Aralık 2010 Perşembe

Hayal fakiriyiz...

        Hayal! Nedir hayal? Türk Dil Kurumu sözlüğü kelime anlamını şöyle açıklıyor: Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, imge. Herkesin büyük ikramiyenin 35 trilyon lira olarak açıklandığı Milli Piyango biletlerine kilitlendiği, hayallerini bu biletlere odakladığı şu günlerde, şu "özlenen şey" tarifi öyle içimi sızlattı ki, bilemezsiniz. 35 trilyon! Bir zamanlar Emin Çölaşan'ın 3-5 bin diye sayı verdiği mutlu azınlık hariç hiçbirimizin havsalasının alamayacağı kadar büyük bir para! Peki ya hayallerimiz? Ömrümüz boyunca yapmayı özleyip de yapamadığımız şeyler? Televizyon kanallarının her biri değişik yerlerde değişik profildeki insanlarımıza soruyor: "Büyük ikramiye size çıkarsa ne yapacaksınız?" diye. Ve cevap veriyor yurdum insanı:
        -İlk önce arazi alırım. Yatırım olur, ileride değerlenir. Sonra evler alır, onları kiraya verir, rahat bir yaşam sürerim.
        -Yediğim önümde yemediğim yine önümde olurdu.
        -Annemi, babamı krallar gibi yaşatırım.
        -Durumum iyi değil. Bir oğlum var o da inşaatta çalışıyor.Onun kazandığı para, benim emekli maaşım zor yetiyor bize. Başta ona güzel bir iş imkanı sağlar, onu rahata kavuştururum.Sonra elimden geldiği kadarıyla bütün garibanlara yardım ederim.
        -Büyük ikramiyenin bana çıkacağına umudum yok.
        -Burada kardeşimle beraber üniversite okuyoruz.Biz de şansımızı denemek istedik. Ailem Demirci’de oturuyor. Durumu kötü.Bizi büyük zorluklarla okutuyorlar.Başta eğitim ve öğretimim için güzel şeyler yaparım. Daha sonra bizi bu zor günlerde okutan aileme bütün güzel imkanları sunarım.Okumanın dışında büyük bir hayalim yok.
        -Nişanlıyım. Güzel bir düğün yaparım.
        -Araba alırım. En çok onu istiyorum.
        -Bu saatten sonra ne yapacağım. Çocuklarıma veririm. Ama önce kendime bir ev alırım tabii...
         Bakar mısınız? Hiçkimse "Aya'a düzenlenecek turistik seferler için rezervasyon yaptırırım" ya da "ilk işim lüks bir gemiyle dünya turuna çıkmak olur" demiyor. Veya ne bileyim (bu soruyu sorduğuma göre belli ki benim de pek bir hayalim yok) "Giderim, vakfına mı her nereyeyse parayı bastırırım, Prens Charles'la bir öğle yemeği yerim" veya "Müzayedeye katılır, ünlü bir ressamın tablosunu alırım" gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyor. Herkes yarınını garanti altına almak ya da boyunca çalışan birinin zaten sahip olması gereken ev gibi, araba gibi şeyleri satın almak istiyor. Veya en doğal hakkı olan eğitimini tamamlamak... Özetle, insana yaraşır bir hayat sürmek, insanımızın hayali...
        Ne acı değil mi? Yaşadığımız ülkenin koşulları hayallerimizi bile dumura uğratmış! Oysa en büyük mucitler en çok hayal kuranlardan çıkar gibi bir inanış var ki muhtemelen doğrudur. Ama biz bugünü düşünmekten bir türlü yarına fırsat bulamadığımız için hayal bile kuramıyoruz. Ve belki bu yüzden kimimiz de birden bire onca paraya kavuşunca şaşırıp hayatımızı mahvediyoruz... Tıpkı yaktığı kibritlerin bir anlık alevinde daldığı düşlerle yaklaşan ölümün soğukluğunu hissedemeyen Kibritçi Kız gibi! Gerçekten yazık!

29 Aralık 2010 Çarşamba

2010'da yitirdiklerimiz...

'Süper Baba' adlı dizide 'Sürmeneli Dede' karakteriyle tanınan tiyatro sanatçısı İhsan Devrim'i 7 Ocak'ta,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sanatçısı Saltuk Kaplangı 9 Ocak'ta,
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Şakir Eczacıbaşı'yı 24 Ocak'ta,
'Bizimkiler' dizisinin 'muhasebe müdürü Ergun' karakteri Erdinç Dinçer'i 24 Ocak'ta,
Ressam Ömer Uluç'u 28 Ocak'ta,
İlk kadın öğretmenlerden olan ve İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğünde uzun yıllardır Bakanlık Danışmanı olarak görev alan Refet Angın'ı 30 Ocak'ta,
Gazeteci Ahmet Vardar'ı 2 Şubat'ta,
YÖK'ün kurucu başkanı ve Bilkent Üniversitesi kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı'yı 25 Şubat'ta,
Yapımcı, senarist ve oyuncu Yılmaz Duru'yu 2 Mart'ta,
Cumhuriyet Gazetesi karikatüristi Turhan Selçuk'u 11 Mart'ta,
Moğollar Grubu'nun davulcusu Engin Yörükoğlu 23 Nisan'da,
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok 25 Nisan'da,
Cumhuriyet Gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk 21 Haziran'da,
Osmanlı padişahlarından 2. Abdülhamit'in torunu Osman Nami Osmanoğlu 15 Temmuz'da,
Tiyatro ve sinema sanatçısı Osman Nuri Ergün'ü 24 Ağustos'ta,
Devlet Tiyatroları sanatçısı A. Ecder Akışık'ı 28 Eylül'de,
Türkiye'nin ilk kadın emniyet müdürü Şerife Feriha Sanerk'i 20 Kasım'da son yolculuğuna uğurladık...

26 Aralık 2010 Pazar

Bu Yaprak dökümü o Yaprak Dökümü mü?

        Yaprak Dökümü Reşat Nuri Güntekin'in Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal sorunları, insan ilişkilerini, ahlaki değerlerin yozlaşmasını ele alıp sorgulayarak yazdığı romanıdır. Tanzimattan sonra toplumda başlayan batılılaşma hevesinin, batılılaşmanın yanlış anlaşılıp bize has manevi değerlerden sıyrılmanın etkisiyle meydana gelen kültürel ve ahlaki çözülmeyi bir ailenin başına gelenlerden yola çıkarak anlatan bir romandır. Kendilerine ait olmayan bir yaşam sürmek isteyenlerin uğrayacağı hazin sonu, manevi değerlerin yok olmasının doğuracağı olumsuz sonuçları anlatması bakımından önemli de bir romandır. Örneğin kitapta Şevket'in hapishanedeyken babasına söylediği şu sözler, Türk toplumunun değer yargılarının nasıl değişmeye başladığının bir göstergesidir: “İnsan olmaya çalışmak sana da bana da zarardan başka bir şey getirmedi. Bakalım, biraz da hayvanlığı tecrübe edelim”...!
        Ancak romanda anlatılanlar o yılların Türkiye'sinde çok küçük bir kesimde karşılaşılan, toplumun geneline yansımayan bir çözülme, bir ahlak kaybıdır. Toplumun tamamı henüz bugünkü erozyona uğramamıştır. Zaten aksi olsaydı yıkılmış bir imparatorluktan genç bir Cumhuriyet çıkarılamaz, o yılların yoksunlluğu ve yoksunluğu kaldırılamaz idi. Oysa bugün televizyonda izlenme rekorları kıran, elimdeki 1973 yılı baskısını örnek alırsak 136 sayfalık bir kitaptan beş yıllık bir dizi çıkarılan Yaprak Dökümü, bana sorarsanız Reşat Nuri'nin amacına, anlatmak istediklerine, çıkarılması gereken anafikre bir ihanettir. Zira o yanlış anlaşılan ve topluma yanlış uyarlanan batılılaşma hevesinin; aile değerlerinin, erdemlerin, ahlak anlayışının önemini yitirişinin neden olduğu yozlaşmaya dikkat çekmek bir yana, sanki bütün bunları meşrulaştırmıştır. 1980 sonrasında bize aşılanan liberalizmin de etkisiyle "paranın her şey olduğu" görüşü, bugün izlediğimiz Yaprak Dökümüyle (pek çok başka diziyle olduğu gibi) iyice pekişmiştir.
        Neden mi? Çünkü bugunkü toplum, o günkü toplum değildir! Çünkü bugün yaratılan insan modeli ne yazık ki o yıllardaki paradan daha değerler olduğuna samimiyetle inanan insan modeli değildir. Bugünün insanı "benim memurum işini bilir" öğretisiyle yetişen, "çalsın ama iş de yapsın" anlayışını benimseyen, "gemisini yürüten kaptandır" deyişini kendine kılavuz edinen insan modelidir... Dolayısıyla bugün izlediğimiz Yaprak Dökümü, Reşat Nuri'nin batılılaşma hevesinin olumsuz etkilerini sorgulamak amacıyla  yazdığı Yaprak Dökümü değildir. Aksine onca olup bitenin doğal olduğu algısını yaratan Yaprak Dökümü'dür...
        Ki bana kalırsa Reşat Nuri bugün yaşasaydı muhtemelen Yaprak Dökümü'nü yazmazdı zaten Niye derseniz; çağa ayak uydurmak adına girişilen büyük hayallerin, manevi değerlere önem vermemenin,israf yapmanın çılgın hayallerin, gereksiz özentilerin hüküm sürdüğü bir ailede çöküntülerin başlayacağını uyarmak için işin işten geçtiğini görürdü de ondan...

24 Aralık 2010 Cuma

Tarhana tartar boğazımı yırtar, baklava kardeş gel beni kurtar

        Tv reklamlarını seyredenlerdenseniz dikkatinizi çekmiştir belki de. Bir bisküvi reklamı var; hani şu Van Gogh'un "...Buğday Tarlası" tablosunu hatırlatırcasına salınan sarı sarı başakların görüntülendiği reklam. Görselliğinin o kadar etkisinde kalmışım ki ve o gördüğümün beni götürdüğü geçmişin, bisküvinin adını unuttum. Reklam aslında benim hissettiğim o duyguyu değil de muhtemelen "tarladan pakete el değmeden" dercesine bisküvinin katıksızlığını, doğallığını, ev yapımı gibi lezzetini anlatmak istemiştir. Ama ben şimdiki şu şanssız çocuklara "...mış" gibi gibi sunulan, beslenme çantalarına ya da çay saatlerinde tabaklarının kenarına paketiyle konulan bisküvinin, bırakın elektrikli fırını, mutfağımızdaki büyük kuzinede piştiğini, üzerindeki fındıkların nasıl kızardığını, evi saran kokusunu iyi bildiğimden, bütün duyularımla o kuzineyi, o kurabiyeleri, o kokuyu hissettim reklamı her izlediğimde ve bütün bunları özledim. İşte o yüzden de bisküvinin adını unuttum; hatta belki zihnim bilerek reddetti hatırlamayı! Tıpkı tarhana çorbalarında olduğu gibi...
        Yazın pek çorba içenlerden değilim ama kışın da vazgeçemeyenlerden. Ve nedendir bilmem kendimi biraz hasta gibi hissettiğimde limonlu şehriyeden başka çorba içemediğim gibi, havalar soğudunda da tarhanadan başkasını içemem. Hem de biraz acısından, ekşi tarhana denileninden. Şimdilerde tatlısını bilen belki de pek kalmamıştır ama tarhananın evlerde yapıldığı yıllardan kalan 'ben' gibiler eminim hatırlıyordur.
Gerçi bu kadar ahkam kesiyor gibi görünmeme rağmen ben de sadece sütle yapıldığından ve daha çok da ekşi dediğimiz acı olanını pek sevmeyen, içemeyen çocuklar için yapıldığından başka bir şey hatırlamıyorum. Ha, bir de renginin beyaz olduğu kalmış aklımda.Ama benim asıl hatırladığım o kırmızı biberli sıcak tarhanayı içmekte zorlandığımızda büyükannemin durumu biraz yumuşatıp çorbanın acısına tat katmak için söylediği o meşhur mani...
        Tarhana tartar boğazımı yırtar
        Baklava kardeş gel beni kurtar...
        Şimdi çocuklara bu mani söyleniyor mu bilmiyorum; belki de söyleniyordur ama ben hazır çorba reklamlarını da her gördüğümde bu maniyi ve tarhananın ucu kıvrılıp duvara asılan beyaz bez torbasını hatırladığımdan, bu çorbaların markasını da bir türlü hatırlayamıyorum. Ya da zihnim bilerek reddediyor hatırlamayı...
        Şimdiki çocuklar bir harika! Doğrudur ama şimdiki çocukların reklamlardaki her ürünün markasını sular seller gibi hatırlayışları, belki de o bisküvilerin, kurabiyelerin evi saran kokusunu, fındıkların hafif kızarmışlığını, tarhananın boğazlarını yırttığı esnada ardından baklavanın gelip kurtaracağını müjdeleyen manisiyle duvara asılı beyaz bez torbalarını bilmemelerindendir...

21 Aralık 2010 Salı

Einstein haklı çıkmış!

        Önceki günkü bir gazete haberine göre Einstein haklı çıkmış, "aynı anda iki yerde birden olabilme" deneyinde büyük ilerleme kaydedilmiş. ABD'de California Üniversitesi bilim adamları, aynı anda iki farklı enerji durumunda bulunabilen bir aygıt geliştirerek Albert Einstein'ın öncülerinden olduğu "kuantum teorisi"ni haklı çıkarmışlar. Yılın buluşu kabul edilen aygıt, toz zerresi kadar küçük bir metal parçasını "mutlak sıfır" kabul edilen eksi 273 dereceye yakın bir sıcaklığa kadar soğutuyor ve enerjisini bir kuantum artırıyormuş. Madde, bu noktada günlük hayatımızda karşı karşıya olduğumuz Newton fiziğinin kurallarından çıkıp Einstein tarafından tanımlanan kuantum yasalarına göre hareket etmeye başlıyormuş. Bunun sonucunda saniyede 6 milyar kez titreşen madde, algılanabilir bir elektrik akımı yayıyor ve aynı anda hem yüksek, hem de alçak enerji düzeyinde varolabiliyormuş. Bu buluş sayesinde Einstein'ın "aynı anda iki yerde birden bulunma" hayalinin gerçekleştirilebilir olduğu ortaya koyulmuş olmuş...
        Fizikten anlamasam da Einstein'ın daha sonra bu teoremin "evreni belirsizleştirdiğini" iddia edip, "Tanrı evrenle kumar oynamaz" dediğini ve kendi teoremini reddettiğini duymuşluğum var. Ama bir an için varsayalım ki hayal gerçekleşti ve aynı anda iki yerde olabilmek mümkün oldu. Hem de bugün, hemen, şimdi!
        Düşünsenize "Efendim gelmeyin" dedikleri halde ısrarla, protesto edileceğini bildiği üniversiteye giden Burhan Kuzu, aynı anda bir başka üniversitenin konferans salonunda da var olabiliyor... Masum protestoları bile hoşgörmeyip öğrencilere tekme tokat girişen, yerlerde sürükleyen polislerin her biri, aynı anda başka yerlerde de bulunabiliyor... Bıçak parası almadan ameliyata girmeyen, ameliyathane kapısında yoksul halkımla pazarlığa girişen koca profesörlerin her biri, aynı anda başka bir ameliyathanenin önünde banknot sayabiliyor... K'leri 'ga' diye okuyarak güzel Türkçemizi linç etmenin karşılığında milyarlarca lira kazanan o sarışın şarkıcıların her biri, aynı anda iki televizyonda çığırabiliyor...Birbirinin kafasına anayasa atan, yatak odalarına kadar 'böcek' yerleştiren, memuruna işbilirliği öğreten, ulemaya danışıp bilimi, hukuku hiçe sayan... büyüklerimizin her biri, aynı anda bir başka yerde inciler döktürebiliyor... Düşünebiliyor musunuz? Kabus gibi.
        Ben düşündüm de olmaz. Bu,"aynı anda iki yerde birden olabilme" hayalinin gerçekleşmesi bize pek yaramaz. Zaten Einstein da teorisinden vazgeçmiş baksanıza. Eee ne de olsa adam, bilim adamı. Geleceği görmüş...

18 Aralık 2010 Cumartesi

CHP Kurultayı Twitter'da

CHP'nin bugün gerçekleşecek olan 15. Olağanüstü Kurultayı sosyal paylaşım sitesi "twitter"da da yorumlandı. İşte ilginç yorumlardan bazı örnekler:
        -"Babam Heyecanlı, bakalım yarın CHP Parti meclisinde yerini alabilecek mi?:)"
        -"Dünya ve Türkiye çok değişti. CHP'nin de bu değişime göre kendini hazırlaması gerekiyor. Devletçilik kalmadı artık"
        -"KK'dan CHP'li il başkanlarına mesaj: Meyhaneye değil camiye gidin, cami cemaatiyle de kucaklaşsın"
        -"Esasında CHP'nin elinde guclu taslar var; iyi kullanabilirlerse bir seyler olabilir ama "Türkiye" açısını genişletmesi lazım.
        -"Genelkurmay bildirisine AKP'den önce CHP'den tepki geldi"
        -"Süheyl Batum CHP''deki bütün beklentileri sıfırlıyor tek başına"
        -"CHP'nin yaş ortalasi sanirim 50+"
        -"1 Teklifim var. Bir spor salonun ismi CHP Arena olsun. Maçtan fazla kurultay yapıyorlar! Kur,  sök zor oluyordu. Daimi kurultay"
         -"CHP'nin yenilenebilmesi ve gençleşebilmesi için blok Liste şart. Demokrasi adına isteğimiz sağlam, güçlü ve dinamik bir muhalefet"
        -"Yarınki CHP kurultayını merakla bekliyorum, ne kadar çok saçmalayabileceklerini görmek için iyi bir  kıstas olacak"
        -"CHP kurultayında  alkış tutacak gazeteci olacak mi yine?"
        -"Birçok gerici CHP'li yüzünden Atamızın da adı gölgeleniyor! Gerçek mesajı gerçek sahibinden dinleyin, Nutuk okuyun derim"
        -"Şamil Tayyar ve Ahmet Kekeç Ülke TV'de Sıradışı'ndalar ve şöyle bir cümle duydum: CHP'de bu yeni yapılanma Ergenekon işi olabilir! susuyorum..."

17 Aralık 2010 Cuma

"Tasavvuf kıyısı olmayan bir deniz"

        Hz.Mevlana'nın ölümünün 737. yıldönümü. Anma etkinliklerininin yabancı televizyon kanallarında verildiğini de görünce, Elif Şafak'ın 'Aşk' romanından sonra hakkında çıkan 'modaya uydu' dedikodularıyla ilgili yazdığı bir yazı geldi aklıma. Önce dedikodu malzemesi olan Aşk'la ilgili fikrimi belirteyim. Elif Şafak'ın okuduğum diğer romanları için belki aynı şeyi söyleyemem ama lise yıllarından beri Tasavvufu ve Mevlana'yı anlamaya çalışan biri olarak o romanı beğendim ben. Kabul ediyorum; Hz.Mevlana veTasavvuf öyle bir romanla anlaşılabilecek, hazmedilebilecek bir ilim değil elbette ama okuyanların bu ilme meyletmesine adım olabilecek bir roman. Zaten Elif Şafak'ın aklımda kalan yazısı da aslında bundan söz ediyordu. Tasavvuf moda mı oldu?
        Ehil olmadığı konularda ahkam kesenlerin ukalalığına bürünmek istemem kesinlikle ama İslami geleneğin eski bir kolu olan ancak; yanlış anlamalara ve anlatmalara da müsait olan tasavvuf öyle moda olacak, tüketim unsuru olarak sunulup popüler kültürün saniyede tükettiği akımların arasına karışacak bir "şey" değildir. Henüz kıyısında dolanan biri olarak bana soracak olursanız, sadece kelimelerle anlaşılmayıp insanın içinden hissederek yaşaması gereken bir 'hal'dir. Hatta İnsanın dönüşümü gibi zorun zoru bir işlemi yapan tasavvufun ancak ehil ellerle icra edildiğinde sonuç vereceğini söyleyenler vardır ki çok da haklıdırlar. Bu yolculuğa rehbersiz çıkmak, işin iç yüzünü göremeden ezberlenen birkaç güzel sözle avunmayı yeterli kılabilir insan için. Daha da karamsar olursak işi, lokantalarda sema gösterileri eşliğinde yemek yemeye vardıran bir tasavvuf endüstrisinin doğduğu noktasına vardırabiliriz ki tam bir endüstri doğmasa da yeltendiğini görmezden gelemeyiz. Peki bunu onaylayabilir miyiz? Tabi ki hayır ama Elif Şafak'ın o aklımdaki yazısında sorduğu gibi farzedelim ki moda oldu; fena mı olur?         Bence çok da fena olmaz. Modernitenin dayattığı dünyevi isteklerin peşinde koşarken maneviyatın kutsallığını yaşamından çıkarıp atan, bunu yaparken de giderek baş edemediği bir hiçlik duygusuyla karşılaşan günümüz insanı, sırf moda olduğu için tasavvufa merak salsa ve giderek bu ilimdeki hikmeti anlamaya çalışsa fena mı olur? İnanın olmaz! Batıdan pompalanan her şeyi süzgeçten geçirmeden yaşamına uyarlayan insanımızın giderek türedi öğretilere kapıldığı, reikiki, kuantum... tekniklerine merak saldığı bugünlerde tasavvuf moda olsa, fena olmak bir yana inanın çok da iyi olur! Elif Şafak'ın dediği gibi; "Tasavvuf, kıyısı olmayan bir koca deniz. O denizden herkes kendi kabı kadar su çekebilir" Ayrıca unutmayalım ki tasavvufun kapıları herkese açık...

16 Aralık 2010 Perşembe

"Atatürk gerçek bir lider miydi?"

        Soru benim değil. Geçen akşam Habertürk televizyonunda bir programda röportaj yapan bir muhabirin sorusu.Çarşamba akşamı Habertürk televizyonunda, Sabancı Üniversitesi'nde verdiği bir konferansta Atatürk'le ilgili olarak skandal sözler sarfettiği iddia edilen Prof.Dr.Cemil Koçak'ın, hakkındaki iddialara cevap vermesine denk düştüm. Konferansında ''Yarbay Mustafa, tarih sahnesine tamamen tesadüf eseri çıkmıştır. Onu Alman komutan Gelibolu içlerinde bir yere gözden uzak olsun diye attı. Hayatında 5-10 kişiyi bile yönetmedi. Zaten şansı yaver gitmeseydi kahve köşelerinde emekliliğini yaşayıp gidecekti.'' dediği iddiası gazetelerde yer alan Prof.Koçak, iddiaların bir dinleyicinin sözlerini yanlış yorumlamasından kaynaklandığını; daha önce verdiği sayısız konferansta, çıktığı pek çok televizyon programında Atatürk'ün gerçek bir lider olduğunu ifade ettiğini söylüyordu. Büyük ihtimalle doğrudur da söylediği. Çünkü insan kimi zaman sadece bir sözcüğü ya da uzunca bir konuşma içinden bir cümleyi dikkate alınca, anlatılanları bambaşka anlayabiliyor. Tıpkı o programda da olduğu gibi!
        Program sırasında genç bir muhabirin Prof.Dr.Toktamış Ateş'le konuyla ilgili olarak yaptığı röportaj da yayınlandı. Röportaj da Toktamış Hoca, Cemil Koçak'ın iddia edilen sözleri sarfedecek bir bilim insanı olmadığının altını çizdi; hem Koçak'tan hem de Atatürk'ün askerliğinden, liderliğinden söz etti. Sözlerine tam nokyayı koymuştu ki muhabir son bir söz almak için Hocaya bir soru sordu: "Atatürk gerçek bir lider miydi?"
Dil sürçmesi olarak yorumlamaz da tabir-i caizse öküzün altında buzağı aramak isterseniz, neresinden tutsanız elinizde kalacak bir soru. Bir profesör Atatürk'ün liderliği ile ilgili olumsuz sözler sarfettiği iddialarına cevap verip kendini aklamaya çalışıyor; bir diğer profesör o hocanın bu tür sözler sarfedecek bir bilim insanı olmadığını söyleyip, bir anlamda referans oluyor ve muhabir hala ısrarla, sanki farklı bir cevap almak istermiş gibi soruyor: "Atatürk gerçek bir lider miydi?" Siz olsanız ne cevap verirsiniz?
        Demek ki kullanılan sözcükler ya da cümleler bir bütün içinde değerlendirilmezse yanlış anlamalara, yanlış yorumlamalara neden olabiliyor. Gerginilikler ve polemikler de bu yüzden oluyor zaten...

13 Aralık 2010 Pazartesi

O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler...

        Yaşar Kemal'in o destansı üslubuyla okuyanı sarıp sarmalayan, bilmediği bir dünyanın içine çeken "Demirciler Çarşısı Cinayeti" adlı romanı bu cümleyle başlar bu cümleyle biter. Hani şu romanı okumayanların bile dillerine pelesenk olan cümle: "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler..." Romanı yıllar evvel okumuştum. Elimdeki baskısı 1980 yılının. Ankara'da Tekin Yayınevi'nde basılmış. Hala duruyor mu bilmem? İtiraf edeyim okuduğum zaman sadece anlatımın edebiliğine kapılmış yıllar sonra bu cümleyi bu kadar hem de hüzünle hatırlayacağım aklıma dahi gelmemişti. Oysa şimdilerde hatırıma gelmediği gün yok gibi!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Sosyal medyadan böyle yararlanılır: 5.5 milyona ‘soykırım’ tweet’i atmış

        ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin mart ayında kabul ettiği Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı'nın Meclis Genel Kurulu gündemine alınması için, Ermeni diasporası Amerika’da çok büyük bir kampanya başlatmış. Cumhuriyetçilerin 3 Ocak’ta çoğunluğu devralacağı yeni Meclis’in göreve başlamasından önce, muhtemelen önümüzdeki hafta sonuna kadar topal ördek oturumlarına devam edecek 111’nci Meclis’in başkanı Nancy Pelosi’ye her yerden baskı telefonları gelmeye başlamış.

5 Aralık 2010 Pazar

Devlet eliyle şiddet!

        Dün akşam televizyon ekranlarına, bugün gazete sayfalarına baktınız mı? Ekranlar da sayfalar da polisin sanki hırs alırcasına dövdüğü, Hürriyet gazetesinin başlığıyla "Böcek ilaçlar gibi" gözyaşartıcı gaz sıktığı öğrencilerin iç acıtıcı manzaralarıyla dolu... Demokrasi, hak, hukuk, özgürlük nidalarının yükseldiği; herkesin birbirine küfürler savurduğu, devletin, cumhuriyetin kurucularına bile hakaretlerin yağdırıldığı ve bütün bunların "ifade özgürlüğü"ne sığınılarak yapıldığı bugunun Türkiye'sinde öğrencilere devlet eliyle uygulanan şiddeti gördünüz mü?
        Ne istemiş bu öğrenciler? İstanbul'da rektörlerle buluşacak olan Başbakanı protesto etmek... Aslında "Ne istemiş bu öğrenciler" diye sormak da hata. Sanki bu dayağı hak etmişler mi hak etmemişler mi diye sormak gibi algılanabiliyor. İstekleri ne olursa olsun demokrasinin yerleştiği hiçbir ülkede, hiçkimseye böyle şiddet uygulanamaz! Hem de devlet eliyle! Hem de 25 Kasım "Kadına Karşı Şiddete Hayır" gününün hemen ardından... Kadına Karşı Şiddete Hayır; Devlet Eliyle Öğrencilere, Kız Öğrencilere Şiddete Evet... İşinize gelince hayır, işinize gelmeyince evet... Bu nasıl bir şeydir, nasıl bir demokrasi anlayışı, nasıl bir çelişkidir?