27 Ocak 2011 Perşembe

Özlü-Yorum

 Size bir kitap tanıtmak istiyorum. Bir şiir kitabı. Adı: 
 Özlü-Yorum. Şairi :M.Emin Dinççağ.  Emin Dinççağ
 İzmir doğumlu bir doktor. Hacettepe Üniversitesi
 Samsun Tıp Fakültesinden mezun olup Elazığ, Havza ve Samsun'da yıllarca görev yapan bir İç Hastalıkları ve Halk Sağlığı Uzmanı. Ama aynı zamanda şiire, karikatüre ilgi duyan, ilk parasını Gırgır dergisine karikatür çizerek kazanan, sanatçı kimliğini 'amatör' olarak nitelese de Nazlandım ve Tadında'dan sonra üçüncü kitabını çıkaran çok yönlü bir kişi; sevdiğim, saydığım bir dost... Dinççağ'a göre şiir, özlü bir yorum. "Tüm duyguları, heyecanları, arzuları, istekleri, beklentileri, acıları, hasreti, kısaca yaşamı birkaç cümle ile özene bezene yorumlamak..." Böyle yazmış kitabının önsözünde Emin Dinççağ ve eklemiş: "Kelime oyunu yaparak çarpıcı bir isim bulmak gibi bir arzu da oluyor elbette. Onun için ÖZLÜ-YORUM koydum bu kitabın adını. Özlediklerimiz yaşamın amacıdır!" Gerçekten de yaşama dair, özlemlerimize dair birbirinden güzel dizelerle dolu Özlü-Yorum. İçinden bir dörtlüğü sizinle paylaşıyor ve bu şiirleri mutlaka okumanızı öneriyorum.
        Karanfili yerden aldım
        düşmeyi hak etmiyor
        karanfil yere düşse de
        mücadele bitmiyor.
                                   d.m.emin@tnn.net

19 Ocak 2011 Çarşamba

Ogün Samast yakalanırken oradaydım!

 
 19 Ocak 2007 günü bir arkadaşım telefon edip de "Hrant dink   öldürülmüş,  çok üzüldüm, televizyonunu aç"  dediğinde; ertesi gün katil Ogün Samast'ın Samsun'da yakalanışına an be an tanık olacağımı henüz bilmiyordum. Dahası katilinin kim olduğunu bile tüm Türkiye gibi henüz ben de bilmiyordum. Hayat arkadaşım gazeteci. Şenol Çakır. Olayın olduğu dönemde Doğan Haber Ajansı'nda çalışıyordu. Hrant'ın öldürülüşünün ertesi günü, akşama doğru bürosundan beni arayıp katil zanlısının Trabzonlu bir genç olduğunu,  olayı takip etmek üzere Trabzon'a gideceğini söyledi. Katilin kim olduğu olayın vehametini değiştirmiyordu ama bizim bölgemizden birinin hem de bir gencin olması nedense beni daha da etkilemişti. O akşam yakın bir arkadaşımızla biraraya gelmek üzere sözleşmiştik. Tam arayıp Şenol'un Trabzon'a gideceğini haber verecektim ki Şenol yeniden arayıp gitmesine gerek kalmadığını, zanlının Samsun'da gözaltına alındığı bilgisinin geldiğini söyledi; bir şey sormama gerek kalmadan da telefonu kapattı. Nedense heyecanlanmıştım. Hemen akşam için sözleştiğimiz arkadaşımı arayıp olayı anlattım. Ortak bir dürtüyle otogara gitmeye karar verdik. On dakika sonra arkadaşım arabasıyla gelip beni evden aldı.Otogara vardığımızda ortalıkta olağanüstü bir hal olduğunu gösteren bir hava vardı ama böylesi bir cinayetin zaanlısının orada olduğuna işaret eden kalabalık henüz yoktu. Ortalıkta abartılı sayıda polis ve jandarma da yoktu. Sadece otogara girişlerden biri kordonla çevrilmiş, birkaç polisle jandarma bekleyen yolcuların o alana girmemesi için uyarıda bulunuyordu. Hatta diyebilirim ki bekleyenlerden durumun farkında olmayanlar bile vardı. Arkadaşım Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Samsun'da hatırı sayılır bir çevresi vardı. Otogarda da güvenlikten sorumlu kişiyle tanış çıktı. Hemen kordonu aşıp kafeterya bölümüne geçtik ve daha gazeteciler bile gelmeden olayın ön bilgisini aldık. Katil zanlısı otobüsle gelmiş ve otobüs otogara girer girmez hemen gözaltına alınmış. Yolcular bile ne olduğunu anlayamamışlar. Olayın farkına ancak mola gereğinden fazla uzayınca varmışlar. Yani her şey son derece sessiz ve sakin halledilmiş. O esnada da otogarın içinde jandarmaya ait odada kimlik tespiti yapılıyormuş. Üzerinden sadece o beyaz beresi, silahı ve Trabzon'a ulaşabilseymiş orada cebinden çıkarıp açacağı Türk bayrağı çıkmış. Zanlı otogardan sonra emniyet müdürlüğüne götürülecekmiş. Şimdilik başka da bilgi yokmuş. Otogardaki sakin hava 10-15 dakika daha sürdü. Sonra birden bir hareketlilik başladı. Ortalık bir anda polis ve jandarma kaynamaya, otogarın dışında yoğun bir araç trafiği yaşanmaya başladı. Kafeterya bölümünde oturanları kaldırdılar, herkesi kordonun karşı tarafına aldılar, kapılardan uzaklaştırdılar. "N'oluyor" demeye kalmadan
 kordonla çevrili kapıdan ordu gibi bir kalabalık içeri girmeye başladı. Meğer zanlının önce emniyet müdürlüğüne götürüldüğünü zannedip oraya giden gazeteciler otogara ancak gelmişler. Biz de zaten gazetecilerin neden hala gelmediğini merak ediyorduk. (Emniyet müdürlüğü Samsun'da şehrin tam merkezinde, otogar ise şehir dışında. Dolayısıyla onların gelmesi biraz zaman almış). Gazetecilerin otogara gelmesiyle Ogün Samast'ın jandarmanın odasından alınıp emniyet müdürlüğüne götürülmesi aynı ana denk düşünce gerçekten büyük bir karmaşa yaşandı.Flaşlar patladı, herkes birbirini itip kakmaya başladı. O karmaşanın içinde elleri kelepçeli bir genç, apar topar otogardan çıkarıldı ve jandarmanın aracına bindirildi. Biz tam kordonun önündeydik. Sadece bir an o şaşkın ve donuk yüzü gördük! Aradan 4 yıl geçti. Bu dört yıl içinde defalarca Ogün samast'ı televizyonlarda izledim. Ama aklımda kalan otogardaki karmaşa içinde, o şaşkın, bir o kadar da donuk yüzü oldu. Hrant dink'in cenazesinde karısı Rakel dink'in konuşmasında dediği gibi: "Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek
olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratmayı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim..."

17 Ocak 2011 Pazartesi

Osmanlı'da içki...

        Muhteşem Süleyman dizisinde Sultan Süleyman'ın içkisine yer verilmesiyle hükümetin içki satışına sınırlama getirmesi aynı döneme denk düşünce Osmanlıdan bugüne içki yasağı tartışmaları aldı başını gitti. Hemen herkes din devleti olması dolayısıyla Osmanlı'da içkinin tümüyle yasak olduğu konusunda adeta fikir birliğine vardı. Oysa tarihçilerin yazdığına göre durum hiç de öyle değil. Örneğin Evliya Çelebi'nin yazdığına göre; 1600'lerin ortalarında İstanbul'da binden fazla meyhane varmış. Hatta bu meyhaneler tıpkı bugün içkili mekanların kendi aralarında sınıflandığı gibi sınıflara ayrılır; Hançerli, Karagöz, Karanfil, Köroğlu gibi isimler alırmış. 16. yüzyıl yazarlarından Kastamonulu Latifi'nin “Tarifname-i İstanbul” adlı eserinde yazdığına göre Müslüman halk içki konusunda dinsel yasaklara bağlı olsa da gayri müslimlerin adetlerine karışılmaz ve gayri müslimlerin yoğun olduğu Galata gibi semtlerde bulunan meyhanelerin müşterilerinin bir kısmını da kaçamak yapan Müslümanlar oluştururmuş.
        Bir kısım Osmanlı hayranının Osmanlıyı katı, baskıcı ve yasakçı olarak göstermesine rağmen o dönemlerde içki hem içilmiş hem üretilmiş hem de ithal edilmiş. Osmanlı'da üretilen konyaklar Paris'te madalya bile almış.İçki tüketiminin aşırı arttığı dönemlerde bazı yasaklamalar getirilse de kısa süre sonra yasaklar gevşeyip eski haline dönülmüş. Örneğin Fatih'in oğlu II.Beyazıt, onun oğlu Yavuz Selim zamanında meyhaneler fazlalaşmış. Sultan Süleyman taht’a çıktıktan sonra içki kullanımını yasaklamış; II. Selim zamanında Damat İbrahim Paşa ve çevresinin de teşvikiyle meyhaneler yeniden açılmış. Nitekim 7 Ekim1573′de Müslüman mahallelerine dahi meyhane açıldığı bildirimine karşılık bunun durdurulması için ferman çıkartılmış. Saray hamamındaki bir zevk aleminde düşerek yaşamını yitiren II. Selim’den sonra tahta çıkan oğlu III. Murat zamanında, 13 Mart 1576′da çıkartılan ferman ile Müslüman mahallelerinde olmaması kaydı ile meyhaneler yine işlevlerine serbestçe devam etmeye başlamış. III. Murat bu defa Müslümanların Hiristiyan mahallelerindeki meyhanelere dadandığına bizzat şahit olunca içki yasağı koymuş. Ancak, bir süre sonra askerlerin içki içme yasağı, askerlerin dayatmaları sonucunda kaldırılınca asker olmayanlar da içki içmeyi sürdürmeye başlamışlar.Bunun üzerine komutan içkiyi yasaklayıp duvara “Alkol öldürür” diye yazdırmış. Ertesi sabah, bu yazının altına bir cümle eklenmiş: “Asker ölümden korkmaz”.
        Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman, I.Ahmet, IV.Murad ve III.Selim tarafından içki yasağı konulmuşsa da meyhanelerin azalması bir türlü mümkün olmamış. Padişahlar aleni içmese de bir bölümü içkiyi hayli sevmiş ve içmiş. II.Selim'in bir lakabının da "Sarhoş Selim" olması, Kıbrıs'ın kehribar renkli şaraplarına olan tutkusundanmış.  Fatih'in 'Avni' mahlasıyla yazdığı şiirlerde şaraba övgüler düzmesi, II.Mahmut'un şarapsever olması tarihçiler tarafından hep kayda geçmiş. Yani Osmanlı sanıldığı ve gösterilmeye çalışıldığı gibi içki konusunda katı bir tutum takınmamış. Hatta içki yasağının en katı uygulayıcısı olan IV.Murad'ın bile tutkulu bir şarapsever olduğu yazılmış.Görüldüğü gibi yasaklamanın bir işe yaramadığını Osmanlı aslında anlamış ve koyu bir din devleti olmasına rağmen öyle katı yasaklar uygulamamış ya da uygulayamamış. Günümüzde içki satışına getirilen kısıtlamanın nasıl bir yol izleyeceğini önümüzdeki günlere bırakıp bu konuya yine IV.Murat dönemini anlatan Reşat Ekrem Koçu'nun aktardığı o meşhur fıkrayla nokta koyalım:
        "İçki yasağının en amansız devri, IV.Murad zamanı olmuştur. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır. Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı destisini dikip birkaç yudum içer.
        Sultan Murad:
        -Baba destiyi uzat, bir yudum su da ben içeyim! der.
        Mustafa güler:
        -Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı! der…
        Padişah:
        -Niye içemeyelim? deyince
        -Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!., der. Beriki ısrar edince destiyi uzatır…Yol aladursunlar, desti elden ele dolaşır…Bir ara Sultan Murad:
        -Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?., diye sorar…
        Bekri Mustafa:
        -Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek? der.
        Padişah:
        -Ya ben haber verirsem? deyince
        -Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer! cevabını verir.
        Bunun üzerine çakır keyf olan hükümdar:
        -Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise! deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:
        -Seni köftehor… Ben demedim mi tahammül edemezsin diye!. Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız! der!”

15 Ocak 2011 Cumartesi

Kim sazan anlayamadım...

        İçki yasaklarını protesto etmek için, Facebook'taki "AKP'ye içiyoruz" grubuna giren 130 bin kişi şok yaşamış. Yeni yapılan düzenleme ile alkol satışına sınırlama getirilmesini protesto etmek isteyenler facebook'ta bir araya gelmişler. Alınan karar herkesin 29 Ocak Cumartesi gecesi, bulunduğu şehirdeki belirli meydanlarda toplanıp içki içmesiymiş. İstanbul'da Taksim ve Moda sahili, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Antalya'da toplanmak üzere kararlaştırılan etkinliğe 1 günde 65 bin kişi kayıt olmuş. Daha sonra bu rakam çığ gibi büyüyüp 130 bine yükselmiş. "AKP'ye içiyoruz" sayfasının adı bir gecede "Seçimlerde AK Parti'ye Oy Atmaya Gideceğim Diyenler"e dönüşmüş. Grubun adındaki bu değişimle şok yaşayan üyeler, yani sayfaya ilk kayıt olduklarında AK Parti karşıtı bir eylem yapacaklarını düşünen kullanıcılar, bir anda en sıkı AK Partili oluvermişler. Durum, etkinliği düzenleyen kişinin sayfaya yazdıklarıyla anlaşılmış. Sayfada şöyle yazıyormuş:
        "Ben bir Ak Parti'liyim. Ülkemde 130 bin içme meraklısı insan olduğunu bilmek üzücü. Rahatsızlığımızdan dolayı çok memnunum. Bu etkinlik hacklenmedi, bilerek yapılan bir oyundu. Kimileriniz çaktı kimileriniz çakmadı ama çok güldüm."
        Oysa grup kurulurken yapılan açıklama şöyle imiş:
        "Yer: Alkol temin edebildiğiniz her yer!
        Hepimiz 29.01.2011 günü AKP'ye inat kafayı çekiyoruz !!
        Zaman, mekan ayrımı gözetmeksizin, AKP'ye inat kafası güzel bir Türkiye!"
        Ve bu açıklama öyle tutmuş ki sayfa bir anda yorumlarla dolmuş. İşte bazı örnekler:
        - O gün evlilik yıldönümüm zaten. Hem bize hem onlara çifter çifter içeriz.
        - Bir buna içmedik. Buna da içelim.
        - 29'unu neden bekliyoruz ki?
        - Asıl 13'ünde içeceğiz zevkle.
        -İçkiye vereceğiniz parayı Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlayın.
        - Yetmez ama şerefe.
        - Alkol kullanmıyorum ama içenlerin yanındayım. Çünkü yasakların karşısındayım.
        - Sahil kesimi olarak geleceğim, anamı da alıp gideceğim.
        - Biz başladık, siz yetişin.
        ... Güler misiniz, ağlar mısınız? Doğrusu kim sazan anlayamadım. Sadece bir sayfanın adını değiştirmekle zihniyetleri de değiştirdiklerini sananlar mı yoksa anlayıp dinlemeden sadece muhalif olmak için balıklama atlayanlar mı? Bu hesaplar küçük hesaplar...

14 Ocak 2011 Cuma

Fikrinizi söyleyin

        Cumhuriyet Halk Partisi'nin internet sitesinde "fikrinizi söyleyin" sayfasına vatandaşlardan gelen fikir, düşünce ve önerilere hiç göz attınız mı? Ben attım! Yarısından fazlası teşkilatların ataletinden ve örgütlenme eksiğinden söz ediyor. Hatta bu köşenin gereksiz olduğunu, vaktin eylem vakti olduğunu söyleyenler bile var. İşte size bazı örnekler:
        -Ülke sorunlarına yönelik önerebileceğim tek tek o kadar çok çözüm önerilerim var ki ancak; şu aşamada en büyük sorun olarak TEŞKİLAT VE PARTİ YÖNETİMİNİN ATALETİ.
        -Teşkilatlarımız,lütfen mahalle ve köy muhtarlıkları ile yakın temasa geçsin ve çalışma ortamı yaratsınlar, çok anlamlı verilere ulaşılacak.
        -Düşünülmesi gereken şu: AKP'ye bu kadar muhalif var ancak; niçin muhalefetin oyu bir türlü yükselmemekte? Bu kırılma noktasımasaya yatırılmalı; ÖZELEŞTİRİ YAPALIM.
        -İlgili teşkilatlar miting öncesi gerekli ön hazırlık ve çalışmalarını çok ayrıntılı ve planlı yaparak azami kitleyi meydana toplamalı;bu kamuoyunda ciddi gösterir.
        -Eskiden herzaman canlı duran örgütlerimiz vardı. Aynı canlılığın mutlaka sağlanması gerekir. Gönüllü gençler mutlaka harekete geçirilmelidir.
        -Referandumda sandıklara sahip çıkamayan ilçe başkanlıkları cezalandırılmalıdır. Bizim ve Türkiye'nin kaybedecek 1 oyu bile yok.
        -Halkımız örgütümüzden, örgütümüz halkımızdan ilgi, sevgi, birlik, beraberlik, dayanışma bekliyor. Ben değil, biz olmayı bekliyor. Örgütlenmeyi bekliyor.
        -AKP'ye deneme mesajı atıyoruz, 4 saat içinde geri dönüyorlar. Bizim eksiğimiz ne? Genel Merkez'e e-posta atıyorum, günlerdir dönen yok!
        -Seçim çalışmalarında büyük illerin varoşlarında çok çalışmalı, Emekliye, yoksulluk sınırı altında yaşayanlara sosyal devlet ilkeleri tam olarak anlatılmalı.
        -AKP ilçeleri akşamları cıvıl cıvıl, bizimkiler karanlık ve samimiyetlik yok. Pendik Yenişehir mahallesi seçim bürosu açılsın.
        -Örgütlenme ağını, çalışma gruplarını oluşturmayan, aktif hale getirmeyen il, ilçe başkan ve yönetimleri yakından izlenmeli, gecikmeden gereği yapılmalıdır.
-Mahalle temsilcileri çok önemli. Herkesten temsilciler sorumlu olsun. O zaman geriye pek bir şey kalmıyor. İktidara çok yakınız.
        -Referandum çalışmalarından çıkarılacak çok ders var. Çok iyi analiz ve sentez yapılmalıdır. Birçok mesaj var; bu hatalara düşmeyelim. Haziran, okul açık, TATİL YOK! 

9 Ocak 2011 Pazar

Şaşıp kalma üstüne...

        Son günlerde şaşırıp kaldığım olaylar öyle üst üste yaşanır oldu ki neredeyse artık hala şaşırıyor olmama şaşmaya başladım ve Nazım Hikmet'in yıllar önce kaleme olduğu güzelim şiirlerinden birini anımsadım. Şaşıp kalma üstüne...
        Sevebilirim,
        hem de nasıl,
        dile benden ne dilersen,
        canımı, gözlerimi.

        Kızabilirim,
        ağzım köpürmez,
        ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
                                                 devenin öfkesi, kinciliği değil.

        Anlayabilirim
        çoğu kere burnumla,
        yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
        ve dövüşebilirim,
        doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes
                    için,
        yaşım başım buna engel değil,
        ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
        Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp
                gitti beni.
                          Yazık.
                                                                                                                                                 1963 Şubat
                                                                                                                                
                                                                                                                     

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kıyametin ayak sesleri...

        Kıyamet yaklaşıyor, diyorum; ahir zaman kapıda, diyorum... inanın doğru söylüyorum! Hem de bu kehanetleri öyle Mayalar'ın, Nostradamus'un şifrelerini çözerek yapmıyorum. Sadece yurdum insanına bakıyorum ve duyuyorum yaklaşan felaketin ayak seslerini... Örnek mi? Örnek çok ama ben en son CNN-Türk televizyonunun o çın çın kahkahasıyla bırakın televizyonları evlerin bile camlarını zangırdatan sunucusu   Saba Tümer'in programında gördüğümü anlatacağım.
        Geçen akşam kanalları dolaşırken (Bu da tuhaf bir laf aslında! Sanki sahilde tura çıkmış gibi) birden
gördüklerime inanamadım. Gözlerimi ovuşturup bir kaz daha baktım; halüsinasyon filan değildi. "La havle vela
kuvvet" çekip başladım izlemeye. Üstlerinde yataktan yeni kalkmış da sabah kahvesini içmeyehazırlanıyormuş
gibi kıyafetler olan (ama ne hikmetse hepsi de mutfak önlüğü takmıştı) bir grup kadın, lastiği gevşemiş, beli
düşmüş, göbeği kasığına kadar açıkta pijaması, üstünde kocasının eski atletiymiş gibi duran bir omzu
dirseğine kadar kaymış tişörtü ve kafasına taktığı kocaman yemyeşil mandalıyla (evet, evet çamaşır mandalı.
Şimdi bir sivri çıkıp da buna tasarım yaratıcılığı derse hiç şaşmam) darmadağınık bir başka kadının
önderliğinde dans ediyor. Ama ne dans! Birinin elinde küçük bir tava, diğerinin elinde yumurta çırpacağı,
öbüründe kepçe, bir başkasında tava... hoplayıp zıplıyorlar. Bir yandan da sunucunun sorularını
cevaplandırıyorlar.
        O kafasında mandal olan kadın dans öğretmeniymiş; mutfak önlüklü, kaşıklı kepçeli kadınlar da öğrencileri. Yaptıkları dans mutfak dansıymış ve diğer danslardan sadece biriymiş. Pijama dansı, büro dansı gibi danslar da varmış. Enteresan olan, dans öğretmeni işyerlerine, şirketlere gidip öğle tatillerinde çalışanlara bu dansı öğretiyormuş. Amaç bütün gün oturan çalışanlara, ev kadınlarına spor yaptırıp kilo verdirtmekmiş. Bu pijama dansının, büro dansının, mutfak dansının önemli bir faydası da kabızlığa çare olmasıymış! La havle
vela kuvvet demeye kalmadı, öğretmen tam bu noktada bir sandalye çekti, üzerine tünedi, tuvalet pozisyonu
aldı ve başladı dansla bağırsakların nasıl boşaltılacağını göstermeye... Bin kere la havle, on bin kere la
havle, yüz bin kere la havle...
        Hadi bu öğretmen bir yolunu bulmuş para kazanıyor! Ya o parayı verip bu kursa giden sokma akıllı ev
kadınlarına ne demeli? Hele içlerinde bir derneğin başkanı olduğundan mıdır nedir, pijamasının üstüne inci
takmayı ihmal etmeyen biri bile olan bütün o kadınlara, şayet doğruysa çalışanlarına öğle tatillerinde
tuvalet dansı eğitim aldıran patronlara (Buna pek inanmadım. Patron denilen akıllı bir kişidir genellikle) ne
demeli? Hiç para vermeden yapılan sporlara ne oldu? Gün ışığından da istifade ederek yapılan yürüyüşlere,
eskiden kültür-fizik denilen cimnastiklere, asansör kullanmadan merdiven inip çıkmalara ne oldu?
        La havle vela kuvvet! Diyorum size, kıyametin ayak sesleri...

7 Ocak 2011 Cuma

Sade suya solculuk...

       Bilgi Üniversitesi Görsel Tasarım Bölümü'nde okuyan bir öğrencinin bitirme tezi olarak hazırladığı porno film bir anda ülke gündemine bomba gibi düştü ve ekonomik, siyasi, toplumsal vs. aklınıza gelebilecek her türlü konuyu bir anda unutturuverdi. Ve alışık olduğumuz üzere ülkeyi de tam ortadan ikiye bölüverdi! İşte tam da bu noktada yine alışık olduğumuz üzere bilimi insanları için değil de kendileri için yapan (o da yapıyorlarsa tabi), bu özellikleriyle ağırlıklı olarak siyasetin sol yanında bulunan bilim insanlarımız 'porno' hikayesine balıklama dalıp bir yerinden tutuverdiler. Vatandaşı hala eşeğe toplu tecavüzdan hakim karşısına çıkan yurdumun bilim insanlarının bu tartışmayla ilgili, o çok anlaşılır yorumlarına bir göz atalım, bakalım neler yumurtlamışlar:
        Prof.Dr.Mehmet Altan: Burada bakılması gereken noktalardan biri görsel sanatların içinde pornonun olup olmadığıdır. Ayrıca tartışmaların tezin konusu üzerinden yapılıyor olması yanlış. Mesele öğrencinin aldığı eğitim ile yaptığı tezin niteliği örtüşüyor mu? Tezin kalitesi ve içeriği nedir? Akademik olarak bir teze bakarken bunları değerlendirirsiniz, tezin konusunu değil.
        Prof.Dr.Nilüfer Narlı: Burada olaya nasıl yaklaşıldığı önemli. Tezin yapıldığı disiplin ile sosyoloji disiplini çok farklı. Ancak biz de birçok konuyla ilgili çalışmalar yapıyoruz. Bunun içinde Türkiye’de porno izleme alışkanlığı ile de ilgili bir çalışma olabilir. Fakat tez içinde filmin çekilmiş olması ayrı bir konudur.
        Öğretim Görevlisi Yeşim Çaplı:Çok problematik bir konu. Erotik sinema içinde olsa bir türe girdiği söylenebilir. Ancak adını porno koyunca iş değişiyor. Yapılan çekimi görmediğimiz için ve medyanın direk “porno” demesinden dolayı porno türünde kabul ediyoruz. Bu yüzden de tepki oluştu. Ancak bu tez konusu bana “porno” olarak gelse izin vermezdim. Bir de olaya şöyle bakmak lazım. Son 1-2 aydır üniversitelerde öğrenci olayları var. Daha çok devlet üniversitelerinde sağ, sol olayları ve AK Parti hükümetine karşı eylemler üzerinden gençler kendilerini ifade etmeye çalışıyor. Özel bir üniversitede ise karşımıza bu tez olayı çıkıyor. Oradaki öğrenci akademiközgürlüğünün sınırını görmek için bunu deniyor. Ben bunları gençlerin kendi ifade özgürlüğü tanımlarını yeni bir jargon üzerinden tanımlamaya çalışmaları olarak görüyorum.
        Öğretim Görevlisi Cengiz Aktar: Benim için bu durumun cezai ehliyet konusu haline getirilmesi can sıkıcı.
        Yar.Doç.Dr.Murat Çetin: Öncelikle tezin içeriğinin ilgili disiplinle tutarlı olması gereklidir. Tez değerlendirirlirken bir akademisyen ahlaki ve hukuki boyutlardan çok tezin akademik olup olmadığıyla ilgilenir. Her türlü tartışma akademik özgürlük içindir. Her konunun tartışılacağı tek yer üniversitelerdir.
        Taraf gazetesi yazarı Ayhan Aktar'ın dediği gibi sade suya solculuktan başka bir şey değil...